Bu satırları yazarken milli servetimizi yakan ve şu ana dek sekiz insanımızın ve sayısız başka canlının canını almış orman yangınları devam ediyor. Asıl içimizi yakan ise merkezi hükümetin yetersiz müdahalesi ve “yetkililerin” uzun zamandır aşina olduğumuz (ama asla alışmamamız gereken) olağanüstü bencilliği (itibardan tasarruf olmaz) ve hesap vermezliği. Yani kaynaklarımızın ve geleceğimizin, artık sürdürülemezliği ayyuka çıkan yolsuz bir sistem eliyle özel çıkarlar için israf ediliyor olması. Geçen haftaya damgasını vuran bir diğer olay da seçilmiş Tunus Cumhurbaşkanı Kais Saied’in bir darbeyle tüm anayasal güçleri – şimdilik geçici olmak üzere -- elinde toplaması oldu. Henüz yargıya varmak için çok erken olmakla beraber, Tunus’un uzun zamandır tökezleyen demokratikleşme deneyiminin çökmesi ihtimal dahilinde. 1987-2011 arasındaki Ben Ali dönemine benzer bir otoriterliğe dönmesi tehlikesi var. Bu iki olayı ve Türkiye ve Tunus’u birleştiren noktalar var. Onlara döneceğim. Ama önce yangınlara dönelim. Yangınlar ve Otoriterlik Önceki hafta seller şimdi yangınlar sanki ülkede uzun zamandır yaşananların sembolü. Ülkemiz ve geleceğimiz hızla çölleşiyor ama yönetenler gerçeklikten kopmuş çay dağıtıyor. Kurumlar ya felç ya kayyum yönetiminde ya da ikisi birden. Mevsimsel orman yangınları sadece bizde olmuyor ve iklim değişikliğinin etkisiyle öngörülür şekilde artıyor. Sorun devletin yapması mümkün olanları da bencil, ideolojik, yolsuz ve kamu yararı açısından akıl dışı motivasyonlarla yapmıyor veya yapamıyor olması. Hesap vermemesi. Normal koşullarda (demokrasinin işlediği koşullarda diye okuyun) bu yaşananlar iktidarda bir depreme yol açar. Hükümet, bakanlar istifa eder. 2017 yılında ülkemize antidemokratik bir referandumla getirilen sisteme göre tüm gücü elinde toplayan tek sorumlu Cumhurbaşkanı olduğuna göre, cumhurbaşkanı derhal istifa eder. Sebep elbette tek başına yangınlar değil. Bu tür afetler Kaliforniya’dan Brezilya’ya ve İspanya’ya her yerde oluyor. Ama demokratik bir ülkenin yöneticisi her yıl olan ve iklim değişikliğinin de etkisiyle git gide artan orman yangınlarına neden yeterli önlem almadığının hesabını vermek  zorundadır. Halka ait kaynakları neden ve nasıl belli şekilde harcadığını açıklamaya mecburdur. Halkın parasıyla kendi hizmetinde on üç ultra lüks uçak almışken hangi meşruiyete dayanarak milli servetin hizmetinde sadece üç yangın söndürme uçağına kaynak ayırdığını anlatamaz. TOMA’lara (Toplumsal olaylara müdahale aracı) harcadığı kaynakları neden yangın söndürme uçaklarına ve ormanları rant için katledenlere müdahaleye harcamadığını izah edemez. 2009 yılında Türk Hava Kurumu’nun elinde dokuz uçak varken, bu kurumu neden ihya yerine çürümeye terk ettiğini akıllarla alay etmeden anlatmak zorundadır. 2019 yılından beri uçak ihalelerinden neden dışladığını, suç duyurularına göre kurumun elindeki uçakları birkaç günde tamir etmek mümkünken bu imkânı neden kullanmadığını açıklayamaz. Ve çok büyük toplumsal tepkiyle karşılaşır. Tüm bu hesap vermezlik, görünürde akıl dışılık ve gene görünürde toplumsal kabullenmişlik Ben Ali dönemindeki Tunus gibi otoriter rejimlerden aşina olduğumuz özellikler. Bu tür rejimler sadece akıl dışı nedenlerle itibardan tasarruf etmek istemiyor değiller. Kendi içlerinde bir mantıkları da var. Başka gerekçeler yanında, iktidarlarını korumanın yolu buradan geçiyor: kimin hükümran olduğunu sürekli cümle âlemin gözüne sokmak istiyorlar. Destekçilerine hâlâ onları kayıracak güçte olduklarını hatırlatmak ihtiyacını duyuyorlar. Tabii Türkiye Tunus değil. (Tunus’un daha ileri gözüktüğü uzlaşma yetisi dışında) ciddi bir demokrasi birikimi var. Ama şu anki fiili yönetiminin uzun zamandır bu yönde ilerlediği de bir gerçek. Tunus ve Türkiye 2016 yılında iktidarın beni şaşırtan bir tercihi, devrik Tunus diktatörü Ben Ali’nin ultralüks uçağını yetmiş sekiz milyon dolara satın alması olmuştu. Otoriterlikle ve “tek adamlıkla” suçlanan bir yönetimin, var olan uçaklarının yanına bir diktatörün uçağını eklemesi ya bir gerçeklikten kopuşu ya da bir meydan okumayı (nasıl anlamak isterseniz öyle anlayın der gibi) temsil ediyordu. Tabii Ben Ali’nin taraftarları ve giderse kaos olur diyenleri de vardı. Ama Tunus halkının çoğunluğu sonunda 2011 yılında otoriterliğin ürünü sosyal adaletsizliklere isyan etti ve demokrasiyi seçti. Ayrıca Tunus’ta İslamcı ve laik siyasal aktörler 2011’den beri Mısır’ın aksine çatışma yerine uzlaşmayı seçti. Yeni bir demokratik anayasa yapmanın yanında 2013’ten beri koalisyon hükümetleriyle yönetildi. Peki o zaman yanlış giden ne oldu? Farklı nedenler yanında bu yazı için önemli üç eksikten bahsedebiliriz. Tunus’taki uzlaşma çatışmayı reddetti ve yarı başkanlık sisteminde uzlaştı. Ama sosyal adaletsizlikleri giderecek, geçiş adaletini[1] sağlayacak ve topluma ortak bir gelecek hayali sunan (ve laik-dindar kutuplaşmasını kalıcı şekilde çözecek) bir uzlaşmayı içermiyordu. Bu yüzden de toplumsal desteğini yitirdi. Türkiye’de Demokrasiye Geçiş Türkiye’nin içine düştüğü fiili otoriterlik girdabından çıkması, Cumhuriyeti tam demokrasiyle taçlandırmak ve bunu hangi reformlarla ve nasıl yapacağında uzlaşmış yeni bir iktidarla, hızlı ve kararlı bir geçiş dönemini bir an önce başlatmaktan geçiyor. Bu uzlaşma elbette bu ülkeyi ve Cumhuriyeti kuran fedakâr kadroların ve Mustafa Kemal Atatürk’ün koyduğu doğru hedefler temelinde olacaktır. Laiklik ve çağdaşlaşma gibi doğru ilkelerin üzerinde olacaktır. Herhangi bir “izm” veya dışlayıcı ideoloji temelinde olamaz. Ama bu hedeflerin ve ilkelerin doğruluğu kuruluş dönemi dahil olmak üzere her zaman doğru şekilde yorumlandıkları veya yorumlanabildikleri, geliştirildikleri ve uygulandıkları anlamına da gelmiyor. Yani hiçbir devri sütten çıkmış ak kaşık yapmıyor. Geç Osmanlı dönemi dahil demokratileş(eme)me tarihimizi yeniden ve daha doğru okumak, bu esnada yeni “post-Kemalizm” yanlışları üretmezken yeni kayıkçı kavgaları da yaratmamak çok önemli.[2] Bu konuya gelecek yazılarda döneceğim. --- [1] Otoriter dönemdeki birikmiş adaletsizliklerden ve doğrudan ve dolaylı “faillerinden” hukuksal ve siyasal olarak nasıl hesap sorulacağı, haksızlıkların miladının ve kapsamının nasıl belirleneceği. [2] İlker Aytürk, “Post-post-Kemalizm: Yeni bir paradigmayı beklerken,” Birikim, Sayı 319: 34-48 (Kasım 2015).