Halkımız, bulunduğu pozisyonu doğru kavrayamadı. Kendi öz pozisyonundan azade soyut bir "gelişmişlik" olabileceği tasavvuruna aldandı. Alternatif bir gerçeklik yaratılarak olgusal gerçeklikten kopartıldı. Neden mi helalleşmek zorundayız? Travmaların tek taraflı yaşanmadığını hatırlamamıza da faydalı olacak bu her şeyden evvel. Elbette bu memlekette muhafazakar mahallenin de kendi hikayesi var. Ama 20 yıldır yaratılan hikaye de çok farklı olmadı. Sakarya gibi muhafazakar bir yerin “zencileri”ndendim ben örneğin. Ergenekon döneminde, alenen terörist muamelesi gördük ailelerimizin yaşam tarzı ve politik tercihleri dolayısıyla. Bu da benim 30 yıllık yaşam hikayemin yaklaşık üçte biri. Ergenekon zırvalığından sonra değişmeyen gerçeğimiz sıfatlarımız oldu: ihanet şebekesi, hain... Bu sıfatlar ve yakıştırmalar, son 19 yılda taşıdıkları ağır anlamları yitirdi. Adeta her egemen grubun karşısındaki grubu tanımlamak için kullanılan muhalefet kelimesinin yerini aldı. Öyle ki Fetullahçılarla işbirliği yaparak vatansever subayları zindanlara attıklarında veryansın eden bizler o gün “darbeci” ve “postal yalayıcı” ilan edilirken, 15 Temmuz sonrasında yaşanan cadı kazanına şerh düşünce, bu kez de “Fetullahçı” ilan edilebildik. Ya da çözüm sürecinin metodolojisine karşı olanlar, süreç boyunca “kan emici vampirler” olarak adlandırılırken, bugün ise toplumsal barışın en temel ilkesinin diyalog olduğunu hatırlattıkları için “terörist” ilan edilebiliyorlar. Özetle, bizim konumumuz demokrasi ve hukukun üstünlüğünden yana bir biçimde sabit dururken, birbirinin zıttı olan uçlara savrulan hükümet oluyor. Buna karşın sabit duran bizlerin konumu her daim en şeytaniyken, uçtan uca savrulanlar ne hikmetse en günahsız kalıyor. Mesela Fetullah Gülen’e methiyeler düzen Bülent Arınç, sonrasında çıkıp hiç yüzü kızarmadan “Bunlarla yolu kesişmeyen mi vardı ki?” derken, bizi, onlarla yolu kesişmediği için çok değil, 6-7 yıl önce cezalandıranları yok sayıyor. Yavuz hırsız misali bizi öyle bir bastırıyor ki, bizler de “Bizler varız. Dershanelerinin önlerinden bile geçmedik, maklubenin tadını dahi bilmeyiz, ne istedilerse vermedik, devletin arsalarını parsel parsel peşkeş çekmedik” diyemiyoruz, desek de duyulmuyor. Çözüm nerede? Halkımız, bulunduğu pozisyonu doğru kavrayamadı. Kendi öz pozisyonundan azade soyut bir "gelişmişlik" olabileceği tasavvuruna aldandı. Alternatif bir gerçeklik yaratılarak olgusal gerçeklikten kopartıldı. Kalanların çoğunluğuysa yeis, bedbinlik ya da nemelazımcılığa kapıldı. Sonucunda memleket bu kabusa hapsoldu. Bu ülkede yaptıklarıyla uluslararası camiada geçerliliği olanlar bizleriz ve sırf iktidara muhalif olduğumuz için hain ilan edilip olgusal gerçeklikten manipülasyon araçlarıyla koparılmış toplumun yarısının önüne atılıyoruz. Ne uğruna? “Yerli ve millilik” ya da “milli menfaat.” Milli menfaat ya da “yerli ve millilik” dedikleri şey ise koca bir tekel ve rant şebekesi. Biz, gerçeklikten kopartılan ve bizi böyle adlandıranlar da daha iyi yaşasın diye mücadele ediyoruz. Olan bu. Biz, bu memleketi onlara rağmen seviyoruz. Onlar ise bizim sırtımızdan geçindikleri için. İşte tüm bunları anlatmalıyız halkımıza, üstenci bir dille değil, birlikte yaşama arzumuzla ve memlekete duyduğumuz aşkla. Çünkü memleketin düzlüğe çıkışının ilk koşulu, halkımızın “büyük resmi” görmekten vazgeçip basit olanı görmesi. Hayali olanı değil, ampirik olanı. Bunun yolu da hepimizin yeis, bedbinlik ya da nemelazımcılıktan kurtulmasından geçiyor. Memlekette susmanın bedelinin konuşmaktan daha ağır olduğu bugünlerde, “ne derler” diye düşünmeden, sakince ve geçmişe saplanmadan bugünün hikayesini yorulmadan anlatmalıyız. Milliyetçilik zırhını üzerine geçirenleri teşhir etmenin de yurttaşlık sorumluluğunu yerine getirmenin de yegane yolu bu. Bu memlekette halkın halka düşman olmadığını, bir avuç azınlığın refahını koruyabilmek için toplumsal yarılmayı toplumsal uzlaşıya yeğlediğini anlatmalıyız, anlatmak zorundayız. Aksi takdirde, memleket yoğun bakımdaki bir ağır hasta, biz ise bir umut bekleyen hasta yakını gibi beklemekten kurtulamayız. Unutmayalım: Bazen milliyetçilik, tam olarak milliyetçiliği tekeline aldığını iddia eden ve kendisinden olmayanı hain ilan eden müesses nizama meydan okumaktır. Mesela 1919-1922 bunun hikayesidir. Bugün de yapılması gereken bundan başkası değildir. Kurtarıcı beklemeden, herkes kendi mikro yaşamının Atatürk’ü olmalıdır.