Gördük ki, liyakatsizlik ve beraberinde gelen cehalet ekonomideki kötüye gidişin bir nedeni. Liyakat sahibi olan bazılarının aşırı koltuk merakı ve/veya duyarsızlıkları sorunların çözümünde onların siyasetin kontrolüne girmelerine neden olmuştur. Siyasette teamüldür; siyasi partiler iktidara geldiklerinde “ilk yüz gün”de yapacaklarını kamuoyu ile paylaşırlar. Bunu yaparak bir nevi iktidara ve ülke yönetimine hazır olduklarını ima etmeye çalışırlar. 1980’lerde, neredeyse on yılı aşkın süre ülkeyi yöneten ANAP iktidarının kamuoyunda yarattığı “yorgunluğun” ardından, 1991 yılında DYP ve SHP ittifakı seçimleri kazanır kazanmaz, 300 günlük (yaklaşık bir yıllık) benzer bir “yapılacaklar listesi” hazırlamıştı. Ama ilginç olan ve hafızalarda hâlâ tazeliğini koruyan ise, başbakanlığa oturan rahmetli Süleyman Demirel’in ilk yüz gün boyunca aralıksız tebrikleri kabul etmesiydi… Demirel, uzun süreli siyasi yasakların ardından, büyük mücadeleler vererek iktidar koltuğuna oturma başarısını gösterince, destekçileri onu yalnız bırakmadıklarını göstermek istemişlerdi. Ne zaman böyle bir yüz gün programının bahsi geçse, Demirel’in çok uzun süre makamında yaptığı muhtarlarla tokalaşma merasimleri gelir aklıma. Bunlar demokrasinin fıtratında olan şeyler neticede. Zaman zaman ölçü kaçsa da, kanımca normal karşılanmalı. Türkiye gibi bir ülkede, yirmi yıla yaklaşan bir AKP iktidarı sonrasında maruz kaldığımız ekonomik sorunları halledebilmek için, elbette yüz gün yeterli olmayacaktır. Ancak en azından işleri rayına koyabilmek için, acilen yapılması gerekenlerin olduğu da inkâr edilemez.  Burada telaffuz edilen yüz gün, 150 veya 200 gün de olabilir. Bu rakamlara takılmamalı. Zira amaç, aciliyet arz eden konuların bir sıralamasını yapabilmek.
Yine ülkenin kurumsal yönetim modelindeki karar süreçlerinin iyileştirilmesi, şeffaf ve hesap verir bir yönetim pratiğinin önünün açılması zaruridir.  Bu kapsamda mevcut başkanlık sisteminin ülkeyi hapsettiği sınırların kaldırılarak, kuvvetler ayrılığının ve bağımsız bir hukuk sisteminin önemli ayaklarını oluşturduğu parlamenter rejime dönülmesi ilk önce hayata geçirilmesi gereken yapısal dönüşüm politikasıdır.
Yıllardır Türkiye ekonomisini gözlemleyen ve temel sorunlar konusunda fikir beyan eden biri olarak, ekonomide ivedilikle yapılması gerekenlere yönelik benim de birtakım düşüncelerim var doğrusu. Bu düşüncelerime dayanarak hazırladığım “ilk yüz gün listemi” aşağıda vermeye çalıştım. Elbette bu listeyi uzatmak ve yapılması gerekenlere başka eylemleri de dâhil etmek mümkün.  Ama böyle bir listenin de aşağıdaki hususlardan bazılarını içerme ihtimali olacağını düşünmekteyim. Neticede işte bu benim listem.  Ne dersiniz bilemem… Ne yapmalı? İfade etmeliyim ki, son günlerde tüm ülke olarak yaşadıklarımız bu listenin oluşturulmasında etkili oldu. Gördük ki, liyakatsizlik ve beraberinde gelen cehalet ekonomideki kötüye gidişin bir nedeni. Liyakat sahibi olan bazılarının aşırı koltuk merakı ve/veya duyarsızlıkları sorunların çözümünde onların siyasetin kontrolüne girmelerine neden olmuştur.  Dolayısıyla ilk yüz günde yapılacakları tespit edip, uygulamaya geçmeden önce kamudaki liyakat eksikliği sorununu çözecek bir personel rejiminin inşa edilmesi gerekmektedir. Yine ülkenin kurumsal yönetim modelindeki karar süreçlerinin iyileştirilmesi, şeffaf ve hesap verir bir yönetim pratiğinin önünün açılması zaruridir.  Bu kapsamda mevcut başkanlık sisteminin ülkeyi hapsettiği sınırların kaldırılarak, kuvvetler ayrılığının ve bağımsız bir hukuk sisteminin önemli ayaklarını oluşturduğu parlamenter rejime dönülmesi ilk önce hayata geçirilmesi gereken yapısal dönüşüm politikasıdır.
AKP sonrası icra edilecek yeni bir iktisadi anlayışın öncelikle makroiktisadi istikrarın tesisinde ve bu amaçla enflasyonla mücadelede kararlılık göstermesi zaruridir. Bu hususta kamuoyunda yaşanması muhtemel güven bunalımını aşmak için muhtelif “çıpalar” oluşturulabilir.
  • Ülkemizdeki birçok ekonomik sorunun temelinde makroiktisadi istikrarsızlıklar yer almaktadır. AKP sonrası icra edilecek yeni bir iktisadi anlayışın öncelikle makroiktisadi istikrarın tesisinde ve bu amaçla enflasyonla mücadelede kararlılık göstermesi zaruridir. Bu hususta kamuoyunda yaşanması muhtemel güven bunalımını aşmak için muhtelif “çıpalar” oluşturulabilir. Örneğin Maastricht kriterleri gibi ekonomik kriterlerin ortaya atılması ve bu yönde bir kararlılığın kamuoyuyla paylaşılması yararlı olacaktır. Bu konuda hem enflasyon, hem de bütçe açıklarına yönelik amaçlanan hedefler kamuoyu ile paylaşılabilir.
  • Güven arttırıcı bir tedbir olarak, TCMB Başkanı ve Para Politikası Kurul’u üyeleri derhal görevlerinden alınmalıdırlar. Zira Banka’nın para politikasını yaparken, araç bağımsızlığı büyük önem arz etmektedir. Mevcut kadronun böyle bir sorumluluğu taşıyabilecek liyakatte ve bilinçte olduğunu düşünmek maalesef çok zor. Piyasalara yönelik ilk olumlu mesaj bu şekilde verilebilir.
  • TCMB’nin gelecekte de siyasilerin gölgesi altına girmemesi için bağımsızlığı güçlendirilmelidir. Yeni bir yönetim altında siyasetçilerin kurumun bağımsızlığını güçlendirecek açıklamalar yapmaları ve aksi yönde algı oluşturacak eylemlerden kaçınmaları önem arz etmektedir. Bu para harcamadan kuruma kredibilite kazandırabilecek ve kamuoyu beklentilerini iyileştirebilecek zahmetsiz ve en düşük maliyetli uygulama olacaktır.
  • Para Politikası Kurulu’nun güvenilirliğini temin edebilmek için kurul üyelerine sorumluluk yüklemekte büyük yarar var. Bu manada, Para Politikası Kurulu’ndaki görüşmelerin kamuoyu ile paylaşılması sağlanmalıdır.
  • Kural temelli, beklentileri yönetmeye öncelik veren, enflasyon hedeflemesi gibi bir para politikası uygulaması, siyasilere ödün vermeden uygulanmalı. Ancak bu uygulamaların TL’nin değer kazanmasına yol açmamasına özen gösterilmelidir. Bu amaçla hedeflemenin manşet enflasyon mu yoksa TL’nin aşırı değerlenmesine yol açan ticarete-konu-olmayan malların fiyatlarındaki enflasyona mı yönelik yapılacağına karar verilmeli.
  • Kamu bankalarının üst düzey karar mercilerinde bulunanların derhal değiştirilmesi gerekmektedir. Buna, ilgili bankaların yönetim kurulları da dâhildir. Bu kararın da amacı, piyasada ekonomi yönetimine ve yeni ekibe güven arttırıcı etki yaratmaktır.
  • Tüm düzenleyici kurumların karar organlarında görev yapan üyelerin ve üst düzey yöneticilerinin değiştirilmesi zaruridir. Bu eylemin de amacı, ekonomi yönetiminde üslup ve yöntem değişimi konusunda güçlü bir mesaj verebilmektir. Ardından her bir kurumun bağımsızlıkları güçlendirilmelidir.
  • Tarımsal ürün birliklerinin siyasetin etkisinden kurtarılması, örgütsüz olan tarım kesimindeki üreticilerin siyasi örgütlenmesinin bir aracı olmaktan kurtarılması gerekmektedir. Bu kurumların gerçek fonksiyonlarını icra edici bir yapıya kavuşturulmaları sağlanmalıdır.
  • Tarım Kredi Merkez Birlikleri’nin yönetimini siyasetin etkisinden kurtarmalı, kurumların yönetim organlarında siyasetçilerin değil, konu ile alakalı profesyonellerin yer alması temin edilmeli. Bunlara bağlı gübre, tohum vb. ürünlere ait şirketlerin etkin çalışmasını temin edici yasal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir.
  • Tarım kesimine yönelik girdi destek programı uygulamaya koyulmalı. Bu kesimin kamu bankalarına olan borçlarının yeniden yapılandırılması ve bir kısmının ise silinmesi zaruridir.
  • TÜİK’in kamuoyu nezdinde güvenilirliğinin yeniden tesis edilmesi gerekmektedir. Bunun için kamuoyunun ilgisi dâhilindeki temel verilerin hesaplanmasında şeffaflığın arttırılması gerekmektedir. Enflasyon ve işsizlik gibi verilerin güvenilirliği hususunda geçmişte kamuoyunda oluşan güvensizliği giderebilmek için, tartışmalı dönemlere ait hesaplamaları incelenmeli ve sonuçları hakkında kamuoyu bilgilendirilmelidir. Herhangi bir usulsüzlük tespiti halinde ise, konunun hukuk zemininde çözümü için girişimlerde bulunulmalı.
  • TÜİK’in hesaplamalarına yönelik kamuoyunun güvenini arttırmak maksadıyla, daha önceden denenmeye çalışılan ama uygulanmasına izin verilmeyen, konusuna göre bilim insanlardan oluşan teknik danışma kurulları kurulmalıdır.
  • TÜİK Danışma Kurulu: TÜİK’in yöneticilerine danışmanlık yapacak, kamu nezdinde güveni sağlayacak bir üst düzey danışma kurulu oluşturulmalıdır. Kurulun üyeleri, üniversitelerin ilgili alanlarından bilim insanları ile TÜİK’in paydaşı olan bağımsız kurumların belirleyeceği üyelerden oluşmalı.
  • Kamu ihalelerinde AB normları yakalanmalı; ihalelerde şeffaflık ve tarafsızlık sağlanmalıdır. Bu amaçlar doğrultusunda kamu ihale yasası değiştirilmelidir.
  • Kamu kaynaklarının etkin ve verimli kullanımını sağlayacak ve yatırımların ekonomik ve toplumsal manada fizibilitesini hazırlayacak DPT gibi kurumlara işlerlik kazandırılması gerekmektedir.
  • Hali hazırda ülkemizdeki Varlık Fonu neredeyse bir “gölge hazineye“ dönmüştür. Fon bünyesindeki varlıklar derhal hazineye devredilerek, fon kapatılmalıdır. Fon kapsamında olan firmaların yönetimlerinde siyasetten bağımsızlıkları sağlanmalıdır. Çok daha önemlisi bu varlıklar arasında yer alan kurumların Sayıştay denetimine tabi kılınması kamu menfaatinedir.
  • Bu bağlamda, iktidarın kontrolünde olan kamu şirket ve kuruluşlarının yönetim kurullarında bulunan liyakatsiz, siyasi kimliği ağır basan kişilerin yer almasının önüne geçilmeli ve bu yasal bir düzenleme ile güvence altına alınmalıdır.
  • İhracatımızdan maksimum geliri elde edebilmek için, DEİK ve İhracatçılar Meclisi gibi kuruluşların oluşturacağı bir iş planı dâhilinde, aynı pazarda faaliyet gösteren ihracatçı Türk firmalarının kendi aralarında rekabet etmelerinin önüne geçecek iş planları hazırlayıp, devreye sokmak gerekiyor. İhracat gelirlerinin azalmasına neden olan bu durum, ilgili pazarlardaki yabancı tekellerin kârlarına katkı yapmaktadır.
  • DEİK’in Ticaret bakanlığı bünyesinden alınıp, tekrar TOBB bünyesinde özerk bir yapıya dönüştürülmesinde yarar olacaktır.
  • Ekonomik kararlarda ve yapılan tercihlerde deformasyona neden olan siyasetin finansmanı meselesinin derhal tartışmaya açılıp, sonuca bağlanması zaruridir. Kamu kaynakları üzerinden, şeffaflığa aykırı bir şekilde yapılan siyasetin finansmanının önüne geçilmelidir. Siyasi partilerin seçimlerde kullandıkları bütçelerin kamuoyu tarafından bilinmesini sağlayacak bir yasal düzenlemenin yapılması gerekmektedir.
  • Kamu yatırımlarının yapıldığı bölgelerdeki gayrimenkul ve arsalarda meydana gelen değer artışları (rant kazançları) vergilendirilmeli.
  • Bütçe bütünlüğü sağlamak için, AKP yönetiminde bütçe dışına taşınmış olan birtakım gelir ve harcamaların bütçe kapsamına alınması, kamunun harcamalarında şeffaflık ve hesap verilebilirlik bakımından önem arz etmektedir. Bu bağlamda TOKİ gibi kurumların gelirleri ve harcamaları bütçeye dâhil edilmelidir. Bütçe dışı harcamaların önü ivedilikle alınmalıdır.
  • Ayrıca büyük şehirlerde değeri asgari ücret artış oranının üstünde artış gösteren, arsa ve gayrimenkullerden rant vergisi alınmasına olanak sağlayacak düzenlemeler yapılmalı.
  • AKP’nin bu krizi aşmanın yolu olarak gördüğü ihracat artışları ülkemize yeterli düzeyde gelir yaratamamaktadır. Dahası sanayicilerimize sadece döviz gelir sağlayan ama kârlılığı son derecede düşük ihracatın sürekliliği de şüphelidir. Bunun nedeni i) ihracatçı Türk firmalarının girdikleri rekabet, ii) mevcut kapasite kısıtı, iii) kapasite arttırıcı yatırımları, bu talep artışından yararlanabilecek hızda gerçekleştirme olanağının olmaması; iv) ekonomideki ve dünya ekonomisindeki öngörülebilirliğin düşük olmasıdır. Öte yandan karlılığı çok daha yüksek olan iç talebe yönelik üretim ise, firma karlılıklarında çok daha etkilidir.
  • Türkiye ekonomisinin ana motorunu uzun süredir iç talep oluşturmaktadır. İşsizliğin çözümü büyümeye bağlıdır ve bu bakımdan iç talep önem arz eder. Borçlanma imkânlarının daraldığı bugünlerde düşük gelirlerin harcamalarını desteklemek için temel gelir uygulamasının yararlı olacağını düşünmekteyim. Ayrıca bu kesimin harcamalarının göreli olarak yerel üretime yöneleceği için ithalat üzerinde baskı yaratma olasılığı düşük olacaktır.
  • SGK ve İşsizlik fonu gibi mali kaynakların imkânlar da kullanılarak en azından bu darboğaz atlatılana kadar çalışanların ödedikleri SGK primlerinin tamamı veya bir kısmı devlet tarafından yüklenilebilir. Bugün içinde olduğumuz gibi bir dönemde iç talebi arttırmanın bir yolu olarak bu ve benzeri gelirler politikasının izlenmesinde yarar vardır.
  • Hanehalklarının ve küçük ve orta ölçekli firmaların borçlarının idaresini kamu üzerinden yapmak ve bunları bir fon kapsamına almak gerekmektedir. Bankaların bilançolarında bu borçların yerine, daha önce de yapıldığı gibi, belli özelliklere haiz hazine kâğıtları konulması mümkündür.
  • Bir süredir enflasyonda kurlarda aşırı artışların etkisinde kalan küçük ve orta büyüklüklerdeki şirketlerin çalışma sermayelerindeki erimenin ivedilikle telafi edilmesinde yarar var. Ekonominin önemli bir kısmını oluşturan bu işletmeler, aynı zamanda ciddi bir istihdam kaynağı olması bakımından böyle bir desteğin tüm ekonomiye yararı olacaktır.
Rahmetli Profesör Dr. Erdal İnönü, SHP Genel Başkanı olarak genel seçimlere giderken, iktidara geldiklerinde ne yapacakları kendisine sorulduğunda, ”Söyleyemem... Söyleyeyim de iktidar kopya mı çeksin?” demişti. Bu cevap Sayın İnönü’nün hocalıktan gelen bir alışkanlığının sonucu verilmiş bir cevap ve İTÜ’den mezun olan ANAP Genel Başkanı Turgut Özal’ın da çok zeki bir mühendis olmasının sonucu olabilir. Ancak bugün için böyle bir ihtimal yok. Öncelikle iktidarın tüm organlarına işlemiş olan ve cehaletten beslenen “kibir” ve “ben bilirim” yaklaşımı muhalif kesimlerce yapılan önerilerin hiç birinin ciddiye alınmasına mani olmaktadır.  Bırakın önerilenlerden kopya çekmeyi, önerilerde bulunanları toplum nezdinde küçük düşürmek ve halkı bu insanlar üzerinden kutuplaştırmak için akla gelmeyecek söylemlere sıkı sıkıya sarılıyor iktidar mensupları.  Artık bugün iktidarın muhalif kesimlerden gelen önerilere de kulak kabartması, gerekiyorsa yapılan önerilerden kopya çekmesi gereken bir dönemdir. Eminim ki Sayın İnönü de hayatta olsaydı, iktidarın kopya çekmesi için bir iki cevabı kulaklarına fısıldardı.