“Milli serveti” perde yaparak, “zihinsel işleyişi” başta olmak üzere memleketin altına dinamit konulmasına sessiz kalmak, bir çürümüşlük sendromudur. Kendisine “5, 10 hatta 15 çocuk” doğurması tavsiyesi yapılan şahıs, anılmaya değmez ama Ahmet Eşref Fakıbaba’nın AKP’den istifa etmesi dikkate değer. Milletvekilliğinden istifa etmiş olması da seçimler yaklaştıkça parti değiştiren “siyaset cambazı”ndan olmadığına işaret ediyor. Bu açıdan, daha da kıymetli bu istifa… Ardından da İYİ Parti’ye katılan Fakıbaba’nın Akşener’i kastederek, “bacım beni seni çok sevdim” gerekçesi ilginç ama biz istifa gerekçesine odaklanalım. Demişti ki Fakıbaba, “siyasi ve ahlaki anlayışıma uygun olmayan bazı kişilerle bundan böyle beraber olmayacağım”. Kim bu kişiler? Fakıbaba’nın aşağıdaki sözlerinin muhatabı biliniyor: “Her bir dairesi 10-12 milyona satılmakta olan arsaları satmak yerine, Belediye şirketi eliyle konut yapsanız, astronomik düzeydeki kârı birkaç kişi kazanacağına, Urfa halkı kazansa daha iyi olmaz mı?” Aklıma Muzaffer İzgü’nün “Azrail Nasıl Rüşvet Yedi?” öyküsü geldi; anlatmasam olmaz. AZRAİL DE RÜŞVET ALIYORSA Öyküye göre Azrail, vadesi dolan fabrikatörün canını almak için konağına gitmiş. Gitmiş ama devir o devir değil; konağın her tarafına konulan elektronik beyinler, Azrail’in gelişini fark edince düdükler çalmış, sinyaller ötmüş. Azrail, teknolojinin bu kadar gelişkin olmasına rağmen izinin saptanacağına ihtimal vermemiş. Anonslar ise girenin Azrail olduğunu ve odanın kapısına kadar geldiğini duyurmuş; beyefendinin asistanı Azrail’e, “randevusuz görüştüremem” deyince Azrail, farklı bir durumla karşılaştığının ayırdına varmış. O sırada, sinyalleri çözen adamları, beyefendiyi arayıp, gelenin Azrail olduğunu, yola çıkan “pazarlık, rüşvet ve inandırma müdürü” gelene kadar Azrail’i oyalamasını isteyip, “gelince hallederiz” deyip rahatlatmışlar. “Halledeceksiniz tabi, boşuna mı sizi besliyorum” diye içinden geçiren beyefendi, hasta haline rağmen soğukkanlı bir biçimde, “buyurun efendim, ben de sizi bekliyordum” diyerek Azrail’i karşılamış. Azrail, bunun canını “aksırıkla mı tıksırıkla mı alsam” diye düşünürken, fabrikatör, ani bir hamleyle Azrail’e sarılmış ve “ben sizin hayranınızım, iş âlemi de size hayrandır, lütfen şuraya oturun” şeklinde alttan girip üstten çıkmak istemiş. Azrail, yaptığı “”te duygusallığa yer olmadığını bilecek kadar tecrübedeymiş ama tam o sırada beyefendinin adamları içeri girmiş. İnandırma müdürü, işe yıldızı bol otelden başlamış; rüşvet müdürü, nerede isterse orada ödeme yapabileceklerini belirtmiş, pazarlık müdürüyse beyefendinin canına karşı istediği miktarı ödemek için hazır olduğunu söylemiş. Azrail şaşkınlıktan küçük dilini yuttuğu için tepki veremez hale gelmiş ama “beyefendinin adamları”, bu durumu, tekliflerini az bulduğu şeklinde yorumlayıp, nakitten fabrikaların devredilmesine kadar durmadan el yükseltmişler. Pazarlık o raddeye gelmiş ki o ana kadar sessiz kalan Azrail birdenbire konuşmuş:
Merak işte, insan sormadan edemiyor: Kim bu “kamunun gücünü kullanarak, kamuya ait olanakları”, Fakıbaba’nın ifadesiyle ‘astronomik düzeydeki kârı’ başkalarına peşkeş çekenler?
İyi, hoş da benim adımı sevmezler.” Rüşveti veren, pazarlığı yapan ve inandırmak için canını dişine takan beyefendinin adamları, Azrail’i kıvama getirmiş olmalarından ötürü memnunlarmış. “Aman”, demişler, “o kolay, adını değiştirir, Erzail yaparız”. “Peki” demiş, Azrail, “ben can almadan duramam, onu ne yapacağız?” Katıla katıla gülmüş beyefendinin adamları, “o da kolay, Erzail Bey” demişler; “fabrikalarınızda grev ve toplu sözleşme yaptırmazsınız, ücret artırmazsınız, olur biter”. DEVLET SADECE A4’E BAKAR Üstat Muzaffer İzgü’nün yaşadığı devirlerde, bu “işler”in şirazesi bu kadar kaçmadığından olsa gerek, sonrasında muhtemelen, Erzail Bey’in, “vatan, millet, bisiklet” diyerek, ilgisiz “sinir uçları”nı peş peşe sıralayıp, üstlendiği “kamusal görevi” bırakıp, “kitabına uygun” hâle getirilen yeni fabrikasının “yüksek güvenlikli” makamına kurulup, çalışanlarına “nankörler” diyecek konuma geldiğini yazamamış. O öyküden yıllar sonra, üstelik milletvekiliyken Fakıbaba’nın çizdiği resmin adını koymakta imtina etmiş olmasına ne demeli? Adına “dezenformasyon” denilen yasa, “Damoklesin kılıcı” gibi orta yerde sallanıp dururken haksız da sayılmaz. Gene de merak işte, insan sormadan edemiyor: Kim bu “kamunun gücünü kullanarak, kamuya ait olanakları”, Fakıbaba’nın ifadesiyle ‘astronomik düzeydeki kârı’ başkalarına peşkeş çekenler? Öte yandan henüz öyle bir şey yapmadı ama kastedilen yetkili “yetkili”, Fakıbaba’nın iddialarını boşa çıkartmak için karşı hamle yaparak, müfettiş görevlendirilmesini istese, denetimden “bir şey” çıkar mı? Emin olun, “herkesin bildiği şey” kâğıt üzerinde “sır” haline gelir. Çünkü müfettiş, sadece “A4’e bakar” ve ne yazık ki “A4, kitabına uydurulmuş durumdadır”. Gelelim sadede… Bilen bilir; kişilerle işim olmaz benim. Sistem, öyküdeki Azrail’i bile “yoldan çıkaracak” kadar “arızalı” ise, ister Urfa’da olup bitenleri günlerce konuşun isterse de Ankara’daki dinozorları. İstiyorsanız da Eskişehir yoluna dizilen “gökdelenleri” yahut “Boğaz’a nazır yalıların yeni sahiplerini”… KALDIRIN ‘MİLLİ SERVET’ PERDESİNİ, ALTINA BAKIN…Yıkılsın” dediğinizde, “milli servet” itirazıyla karşınıza çıkanlar da Nazım’ın “Memleketimden İnsan Manzaraları”ındaki aşağıya aktardığım dizelerini biliyordur elbette: “Koyunzade'nin pirinci bütün çürümüş. Alırsam mesul olurum ve hazine zarar görür.’ ‘- Size mi kaldı hazineyi düşünmek? Biz neciyiz? Biz hazineyi düşünmüyoruz, öyle mi? Haydi, gidiniz, Pirinci alınız hemen 35 kuruştan. Sizin ambarın önüne kadar getirmiş zaten. Bu kadar da hüsnü niyeti var adamcağızın. Müstahsile müşkülat çıkarma, oğlum. Milli serveti korumak ödevimizdir.”Milli serveti” perde yaparak, “zihinsel işleyişi” başta olmak üzere memleketin altına dinamit konulmasına sessiz kalmak, bir çürümüşlük sendromudur. Bu sendromdan kurtulmanın yolu, sistemi, yurttaşları için şeffaf, katılıma açık ve hesap verebilir bir hale getirebilmekten geçer. Bunun için sistemi değiştirmek şarttır. Değiştirmek mümkün mü? İstiyorsak, elbette! NOT: Uzun oldu; sistemin nasıl değiştirileceğini ve “Altılı Masa”nın buna dair vaatlerini bir başka yazıya bırakalım.