Hatay’ın yerli halkı Hatay’da yaşamaya devam edecektir. Aynı şekilde bölgenin başka yerlerinden gelip yerleşenler de olacaktır. Bu anlamda bir demografik değişim beklenebilir. Özellikle kadim kültürler büyük yara alacaktır, ama yaşamaya devam edecekler. Bölgeyi iyi tanıyan bir dostum “Hataylılar başka yere gitseler de rahat edemezler, Hatay’ı ararlar”dedi. Haklıydı. Ben Hatay ile Antakya Serinyol’da askerliğimi yaparken tanıştım. Antakya dışında, Harbiye’yi, Belen’i, İskenderun’u, Samandağ’ı, Yayladağı’nı, Kırıkhan’ı, Reyhanlı’yı, diğer beldelerini o zaman gördüm. Alevi ve Sünni Türklerin, Sünni ve Nusayri Arapların, Hristiyan Aramilerin, Kürtlerin, Yezidilerin, Süryanilerin, Levantenlerin bir arada yaşadığı bu kadim kent beni büyülemişti. Türkiye’nin ayakta kalan, yaşayan tek Ermeni köyü oradaydı, Hristiyanlıktan önce gelip yerleşen Arap Yahudilerin Havrası oradaydı, Hristiyanların topluca ilk ibadet ettikleri mağaranın kiliseye çevrilmiş hali olarak dünyanın ilk kilisesi sayılan St.Pierre oradaydı, Türkiye’nin en büyük Protestan kilisesi oradaydı; Ortodoks, Katolik şapeller Antakya’nın sokaklarına serpiştirilmişti. Balkanlar’dan gelip yerleştirilen Haymatlos Çingeneler vardı, Afgan Savaşı’ndan kaçıp, gelip kendi köylerini kurmuş Afganlar vardı. Hatay’ın tarihini merak edip araştırdığımda gördüm ki, iklim koşulları sebebiyle bölgeye insan yerleşimi 100.000 yıl öncesine gidiyor. Toprağın verimliliği tarih boyunca bir çekim merkezi olmuş, sonrasında gelişen ticaret yollarının kavşağındaki bölge hep zenginleşmiş. Büyük İskender’in kurduğu üç şehirden biri olan İskenderun’un yanı sıra antik Antakya’nın kuruluşu 3.200 yıl öncesine gidiyor. Buraya kuzeyden gelen Hititlerin kurduğu Hattena Krallığı ilk kenti inşa etmiş. Bu sebeple Anadolu tarihine meraklı Atatürk bölgeye hep “Hatay” demiş ve bu isim il ismi olarak tescillenmiş. Zengin ve verimli topraklarda gelişen ticaret bu bölgeyi hep bir cazibe merkezi haline getirmiş. Hindistan’dan gelen İpekyolu’nun Avrupa’ya gitmeden önce Anadolu’ya giriş yaptığı ana kapıdır Hatay. Hatay’ın bu zengin ticari ve kültürel tarihinin yanı sıra depremler tarihi de yoğun. Pek çok yıkıcı deprem geçirmiş. Yüzbinlerce insan ölmüş, kentler yıkılmış ama her defasında yeniden kurulmuş. Bunun sebebi bölgenin insanlara zenginlik vadetmesidir. Bu kadim, bu sihirli topraklar hep insanları çekmiştir, çekmeye devam edecektir. Bundan önce bilinen en eski depremden yaklaşık beş yüz sene sonra bölge büyük bir deprem felaketi daha yaşadı. Ama unutmayalım depremin merkezi Maraş’tır. Hatay’ın kendine ait fayı kırılmamıştır. Merkez üssü Maraş olan deprem çevresindeki çok geniş bir alanda yıkım yaratmıştır, en çok hasarı alan yerlerden biri Hatay olmuştur. Bunun sebebi daha geniş ve bilimsel araştırmalar gerektiren bir konudur. Bilinen jeolojik bilgilerle bunun sebebinin zemin olduğu düşünülüyor. Alüvyonlu ve sulak Amik Ovası ve çevresi büyük bir depremde adeta kumlaşıyor. Armageddon (Kıyamet Savaşı) Tevrat’ta değil, İncil’de geçer. Metinde Yahudilere yapılan atıflar ve İbranice isimler bu inancın çok daha eski olduğunu gösteriyor. Armageddon’a inanan Hristiyanlar ve Yahudiler olayın geçeceği yeri bölgede, Megida dağının etekleri diye verir. Müslümanlar ise adını doğrudan koyarlar: Amanos eteklerindeki Amik Ovası! Bölgenin felaket geçmişi o denli sarsıcıdır ki, böylesine bir kıyamet senaryosuna ilham vermiştir. Depremlerin ilk günlerinde Hatay’a giden bir profesör TV yayınında şöyle diyordu: “Burada bir felaket yok, bir kıyamet var!” Peki bundan sonra ne olacak? Bölgedeki insani yıkım çok büyük, kentler, özellikle Antakya neredeyse yok oldu. Ekonomik kayıp ta çok büyük. Sağ kalan insanların büyük bir kısmı geçici veya kalıcı olarak kenti terk ettiler. Göç hareketi mutlaka olacaktır. Ancak bu denli zengin bir yöreden vazgeçmek mümkün değildir; daha önceki büyük yıkımlarda olduğu gibi, hayatın normal akışı içinde yeniden yerleşim olacaktır. Hatay’ın yerli halkı Hatay’da yaşamaya devam edecektir. Aynı şekilde bölgenin başka yerlerinden gelip yerleşenler de olacaktır. Bu anlamda bir demografik değişim beklenebilir. Özellikle kadim kültürler büyük yara alacaktır, ama yaşamaya devam edecekler. Demek ki, ölülerimize ağlayıp onları toprağa verdikten, yaralılarımızı tedavi ettikten sonra kentlerimizi de tedavi etmeliyiz. Kadere, fıtrata, başka safsatalara değil bilime sarılmalıyız. Bölgenin jeofizik ve jeolojik yapısı tekrar gözden geçirilmeli, kırılmamış Hatay fayını hiç akıldan çıkarmadan bundan sonra, hatta daha güçlü olabilecek depremlere karşı bir kentsel dönüşüm planı uygulanmalıdır. Bu plan çerçevesinde uygun zeminler üstünde olmayan köy ve mahalleler taşınabilir, binalar yıkılabilir. Yeni yapılacak binalar bilimden ve teknolojiden en fazla yararlanarak, depreme dayanıklı binalar olmalıdır. Günümüz inşaat teknikleriyle bataklığa gökdelen yapılabileceğini biliyoruz. Öyleyse zemin etütlerine bağlı, çağdaş tekniklere dayanan, bilimsel bir kentsel dönüşüm ile Hatay’ı tekrar kurabiliriz. Üstelik tarihteki tekrarlarının aksine bölge sonsuza kadar güvenle ayakta durur. Bilime inanan insan aklı ve onuru doğa şartlarını kendi yararına kontrol edebilir bu şekilde. Zaten doğal olayları üstündeki insanlara etkisi oranında felaket adını alır. Ona bu kavramı yükleyen biziz. Felaketin büyüklüğü verdiği zararla orantılıdır. Ama biz bunlara gerekli tedbirleri alır ve uygularsak bundan sonra olabilecek büyük deprem, sel gibi doğa olaylarından en az insan kaybı ve hatta sadece maddi kayıplarla çıkabiliriz.
Günümüz inşaat teknikleriyle bataklığa gökdelen yapılabileceğini biliyoruz. Öyleyse zemin etütlerine bağlı, çağdaş tekniklere dayanan, bilimsel bir kentsel dönüşüm ile Hatay’ı tekrar kurabiliriz.
Az önce insan onuru dedim. Bilimsel anlayışla, son teknolojiyle yapılan yerleşimin uygulaması aşamasında merkezi ve yerel yönetimlerin, burada görev alan kişilerin işlerini “onurlu” bir şekilde yapmaları, dürüst, namuslu, insancıl olmaları çok önemlidir. Uygulamanın getirdiği şartları kendi çıkarlarına bir zenginleşme aracı olarak gören, fırsatçılık, partizanlık, yolsuzluk, hırsızlık yapan onursuz yöneticiler bütün bu çabayı geri dönüştürecek, halka bir kez daha ihanet edeceklerdir. İnsan unutmaya da faydacılığa da yatkındır. Gelişen zaman içinde, yeniden kurulan kentlerle birlikte kurulan düzen, kanun ve yönetmeliklerle hukuki zemin kazanmalı, ama daha önemlisi doğru ve tavizsiz bir şekilde uygulanmalıdır. Unutmayalım ki, bu felaket ve öncesindekilerde de kanun ve yönetmelikler vardı, ama onları hakkıyla uygulayan yöneticiler yoktu. Bu anlayışla, kadim ve güzel Hatay ile birlikte Türkiye’de yeni bir anlayışı kurabiliriz. Öncelikle boş inançtan, kadercilikten, cahillikten değil, bilimsel sorgulamadan, bilimden ve onun yavrusu teknolojiden feyz alan bir anlayış olmalıdır bu. Toplumsal yararı, kişisel çıkardan üstün tutan bu anlayış, kendi çağdaş hukuk düzenini de kurmalıdır şüphesiz. Daha özgürleşmiş yerel yönetimler, kendi yetki bölgelerinde bilimsel yöntemleri kullanarak kentsel dönüşümleri ivedilikle gerçekleştirmelidir. Üniversiteler, meslek örgütleri bu çabaya teknik destek vermelidir. Tüm STK’lar, sivil yapılanmalar toplum nezdinde farkındalık yaratacak çalışmalar yapmalıdırlar. Milyonlarca yıldır Afrika kıtası yukarı doğru Arabistan’ı, o da Mezopotamya, Anadolu ve İran’ı itekleyip duruyorlar. Bu hareket sona ermeyecek devam edecek. Bundan sonra da büyük depremler olacak. Dünyanın en güzel coğrafyalarından biri olan Anadolu’da yaşamak bize nasip oldu, ama bunun bedeli de bugüne kadar ödendi. Daha fazla bedel ödemeyelim. Anadolu’dan bu kadar çok medeniyetin gelip geçmesinin en önemli sebeplerinden birinin yaşanan büyük depremler olduğu gerçeğini unutmayalım. Medeniyetleri yıkan depremler Türkiye Cumhuriyeti’mizi yıkmasın. Son yaşanan depremin Türk ekonomisine zararının 90 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Her 15-20 yılda bir bu ülkede yaşanan depremler, bu boyutta ekonomik zararla birlikte insan sermayesini, gelişmeyi, kalkınmayı olumsuz yönde etkilemiştir. En başta insan kayıplarının önlenmesinin yanı sıra depremin ekonomik ve sosyal yıkımının bu yönlü de ele alınması gerekir. Yazımın başında söylediğim gibi Hataylılar Hatay dışında başka yerde rahat edemezler, o havayı, o iklimi mutlaka teneffüs etmek isterler. O çok renkli, çok kimlikli kadim kültürleri, o enfes mutfakları, sohbetleri, sıcakkanlılıkları, sevecenlikleri, hoşgörüleri ile Hatay’da hayatı yeniden kurgulayacaklardır. Dileğim bu yeni bilimsel ve insancıl anlayışın oradan başlayarak tüm Türkiye’ye yayılmasıdır.