Banka, önce faizleri sabit tutarak, ardından Ekim ayında faizleri 200 baz puan düşürerek pozisyon aldı. Bunlar, uzun zamandır siyasetin gölgesinde kalan Merkez Bankasının dünyadaki gelişmeleri yanlış okumasının sonuçlarıydı.
Kurlardaki son dalgalanma yabancı yatırımcıların, AKP’den ve tabii Sayın Cumhurbaşkanı’ndan umutlarını kesmelerinin işaretidir.
Bir kere kurların ulaştığı bugünkü seviye, hiçbir şekilde Türkiye ekonomisinin gerçek üretim gücünün karşılığı değil. Kurlar üzerinden verilen tepki sadece ekonominin yönetimi konusunda duyulan endişenin ortaya çıkmasıdır. Görünen o ki, TCMB Başkanımızın yaptığı en son açıklamaların ve “
yenilikçi” enflasyonla mücadele yönteminin de uluslararası camiada pek alıcısı olmamış; ikna edici bulunmamış.
Ülke yönetimi, daha önce denenmemiş bu iktisat politikası ve enflasyonla mücadele yöntemini, hiç de elverişli olmayan dünya konjonktüründe uygulamaya koydu. Yüksek faize yönelik zamansız başlayan bu mücadele, neticede ülkeye kurlar üzerinden çok yüksek maliyetler yükleyiverdi. Daha Covid-19 salgınının etkileri giderilemeden, Türkiye dâhil salgının hâlâ devam ettiği birçok yerde, benzer ülkelerden ayrışma pahasına faizlerin düşürülmesi, Türkiye’ye yönelik risk algısının iyileşmesine pek faydası olmadı.
Gelişmiş piyasa ekonomilerinin taleplerindeki canlanmaya yeterli düzeyde ve zamanında tepki veremeyen arz ve tedarik zincirinin, mal piyasalarında (özellikle emtia piyasalarında) yarattığı dengesizlikler, fiyatların artmasına yol açtı. Dahası tedarik zincirinin bu dengesizliklere zaman içinde tepki vereceği, böylece dengesizliklerin kısa dönem zarfında giderileceği ve nihayetinde de fiyat artışlarının kontrol edilebileceği düşünüldü.
Gerek FED, gerekse ECB yaz boyunca yaptıkları açıklamalarla, maliyetler üzerinden meydana gelen fiyat artışlarının geçici olacağına piyasaları ikna etmeye çalıştı. Bu, bir ölçüde enflasyonla mücadele politikalarının gereği olarak, para otoritelerinin dünya para piyasasındaki aktörlerinin
beklentilerini yönlendirme çabasıydı. Elbette konu
Dolar ve
Euro gibi uluslararası rezerv paralarına yönelik FED ve ECB politikaları olunca, burada kastedilen piyasa aktörleri de büyük ölçüde diğer ülkelerin merkez bankaları olarak düşünülmelidir.
TCMB bu açıklamalarla ikna olan ilk merkez bankasıydı ve bunu TCMB Başkanı konuşmalarında kamuoyu ile paylaştı. Bu gerekçe daha sonra girişilen faiz indirimi kararına bir dayanak olarak kullanıldı. Böylece ülkemizdeki piyasa aktörleri dünyada baş gösteren enflasyonun geçici olduğuna ikna edilmeye çalışılırken, bizde görülen enflasyonun da bu nedenle geçici olacağına inanıldı. Bu yüzden Banka erken pozisyon alarak, büyümeye hız vermiş oldu. Bu beklenti uyarınca önce faizleri sabit tutarak, ardından Ekim ayında faizleri 200 baz puan düşürerek pozisyon aldı. Bunlar, aslında uzun zamandır siyasetin gölgesinde kalan Merkez Bankasının tamimiyle dünyadaki gelişmeleri yanlış okumasının sonuçlarıydı. Çok geçmeden, önce ABD’de açıklanan %6,4’lük enflasyon, adından Euro bölgesinden gelen %4,1’lik enflasyonla açıklamalarıyla, aslında enflasyonda arzu edilen düşüşün kolay olmayacağı anlaşılmış oldu; bir anda dünya ekonomisindeki risk algıları değişti.
İHMAL EDİLEN TÜRKİYE GERÇEKLERİ
Bugün karşı karşıya kaldığımız kur şoku ve bunun ülke ekonomisi bakımından oluşturduğu riskler, 2001 krizinin oluşmasına neden olanlardan farklıdır. O günlerde dünya ekonomisi, bugünlerdeki gibi kötü bir durumda değildi. Krizin dinamikleri büyük ölçüde Türkiye kaynaklıydı ve ekonomideki yapısal sorunların sonucuydu. Krizin ekonomik boyutu büyük olmasına rağmen, uluslararası ekonomik ve siyasi konjonktür krizi çözmeye elverişliydi.
Aradan geçen yirmi yıllık süreden sonra şartlar büyük ölçüde değişti. Öncelikle ülkemizin o günkü ekonomik imkânları farklılaştı. O günlerde, uluslararası camianın dikkatini çekebilecek düzeyde varlığa sahip olan kamu kesimi “
özelleştirmelerle” önemli miktarda mali kaynak yaratabilmişti. Oysa bu imkânlar bugün yok.
Bugün oluşan kur şoku ve riskler, 2001 krizinin oluşmasına neden olanlardan farklıdır. Dünya ekonomisi, o zamanlar bugünkü gibi kötü bir durumda değildi. Kriz, Türkiye kaynaklıydı ve ekonomideki yapısal sorunların sonucuydu.
Dış politikada o günlerde yapılan açılımlar ve AB perspektifinin canlanması önemli miktarda sermaye girişine olanak sağladı. Türk varlıkları değerlenirken, iş dünyasında yabancı ortak ve/veya Türk varlıklarını alacak yabancı yatırımcı arayışı hızlandı. O dönemde birçok Türk şirketi ve bankası, çok da iyi fiyatlardan el değiştirdi; yabancılara geçti. Peki, gelen bu para ne oldu? Çoğu inşaata ve gayrimenkule kaydı; birbirinden lüks AVM’ler inşa edildi.
Ülke içinde “deforme” olmuş nispi fiyatların ulaşmış olduğu seviye, müteşebbisleri inşaat ve gayrimenkul sektörlerine yönelmeye itti.
Bir nispi fiyat olarak reel kurun önemi o günlerde dikkatlerden kaçtı. Dünyada, özellikle 2008-2009 krizinden sonra artan likidite bu politikanın önünü daha da açtı.
Bir nispi fiyat olarak reel kurun önemi o günlerde dikkatlerden kaçtı. Dünyada, özellikle 2008-2009 krizinden sonra artan likidite bu politikanın önünü daha da açtı.
O günlerin aksine bugün Türkiye dış politikada ciddi bir çıkmaz içinde. AB ile ortaklık görüşmeleri şimdilik durmuş; Türkiye’nin üyeliği neredeyse imkânsız bir hal almıştır. ABD ile bölgesel konularda tam bir uyumsuzluk yaşanırken, tarafların birbirlerinin çıkarlarına aykırı politikaları ilişkilerde sorun oluşturmakta, bu da uluslararası yatırımcılar bakımından risk olarak algılanmaktadır. Bu koşullar altında Türkiye ciddi dış mali kaynak sıkıntısı çekmeye başlamıştır. Ancak iktidar, koşullarda bu şekilde meydana gelen değişimleri görmezden gelerek, bunlara uymayı reddetmektedir. Hatalı iktisadi uygulamalarını da her zaman olduğu gibi “
hamaset söylemi” arkasına sığınarak savunmaya çalışmaktadır.
BÜYÜME HASTALIĞI
Dünyada 2008 sonrasında baş gösteren likidite artışının cazibesine kapılan, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülke yüksek oranlarda büyümüşlerdir.
Malum olduğu üzere, büyüme her zaman piyasalarda iyimserliğe neden olur. Kimse bunun sürdürülebilirliği ve/veya kaynağına bakmaz. O günlerde de böyle oldu. Bu ülkelerle beraber dünya ekonomisinin de büyümesi, iyimserliği küresel ölçekte geçerli kıldı.
Büyümeye kaynak olan likiditeyi sağlayan ülkeler ile bu mali imkânı kullanan ülkeler arasında, sonucu büyüme olan bir “saadet zinciri” kuruldu. Özellikle gelişmekte olan ülkeler bu elverişli koşulları, geçmişten gelen yapısal problemlerini çözmek için kullanmadı.
Büyümeye kaynak olan likiditeyi sağlayan ülkeler ile bu mali imkânı kullanan ülkeler arasında, bir “saadet zinciri” kuruldu. Gelişmekte olan ülkeler, bu elverişli koşulları geçmişten gelen yapısal problemlerini çözmek için kullanmadı.
Büyümenin yarattığı talebin enflasyonist etkileri ise Çin’in varlığı ile çözüldü.
Çin’in dünya ekonomisinde “
orantısız” bir şekilde önemli bir aktör haline gelmesi de, dünya ekonomisinin enflasyonist bir sürece girişine mani oluşundandır.
Çok daha önemlisi, mali piyasalardaki likidite bolluğunun dünya ekonomisinde enflasyon yaratmaması, bu likiditenin yaratabileceği talebin reel piyasalara yansımaması, likiditenin mali piyasalarda kalmasıyla sağlandı.
Bir bakıma, finansal piyasaların sağladığı geniş imkânlar ve araçlarla bu likidite büyük ölçüde finansal piyasaların sınırları içine hapsedildi. Böylece likiditenin mal piyasalarına geçişkenliği sınırlanarak, mali piyasalarla “ayrışması” (dichotomy) sağlandı. Anca bu durum kaçınılmaz olarak mali kesimde varlık fiyatlarında enflasyona neden olurken, bir yandan borçlulukların artmasına yol açtı.
Mal piyasalarında olması beklenen enflasyon mali piyasalarda varlık fiyatlarındaki enflasyon ile ikame edildi.
Bu likidite, finansal piyasaların sağladığı geniş imkânlarla büyük ölçüde finansal piyasaların sınırları içine hapsedildi. Mal piyasalarında olması beklenen enflasyon, mali piyasalarda varlık fiyatlarındaki enflasyon ile ikame edildi.
Fakat bu durumun zamanla, yukarıda bahsedildiği gibi, iki yan etkisi ortaya çıkartı.
Birincisi, likidite bolluğunun mal piyasası yerine mali piyasalarda kalması ile varlık fiyatları üzerinde yarattığı aşırı talep baskısı ve beraberinde gelen varlık fiyatlarındaki artış.
İkincisi, dünya ekonomisinde hem iktisadi aktörlerin hem de devletlerin borç stoklarının artışı.
Şu an için gelişmiş piyasa ekonomilerindeki merkez bankaları daha çok varlık fiyatlarındaki enflasyonu dert edinip, bunun mal piyasalarındaki gelişmelerle bağındaki kopukluğun (ilişkisizliğin) devamına dikkat kesilmektedirler. Bu iki piyasa arasındaki dengenin bozulması, mali varlık fiyatlarının aşırı şişmesi anlamına gelen “
balon” olarak bilinir. FED gibi kurumlar mali piyasalardaki bu tip şişkinlikleri izleyerek, kontrolleri altındaki likiditenin yönetimini buna göre yapmaya çalışırlar. Ancak ekonomideki borçluluk oranlarını pek dikkate almazlar.
Maalesef 2008 sonrası görülen likidite bolluğunun ülkemizde ve dünyada hem varlık fiyatları üzerinde enflasyonist etkileri oldu, hem de borçluluk oranında artışlara yol açtı. Mali piyasalarda ortaya çıkan böyle durumların uzun süre sürdürülebilirliği yoktur. Ya tedbir alarak kontrollü bir şekilde likidite bolluğunun önüne geçilmeli, ya da her şeyi kendi haline bırakarak balonun
finansal bir krizle patlamasına izin verilmelidir.
Her ikisinin de sonucu büyümeden bir süre fedakârlık yapmaktır.
Ben Bernanke’in görevi bıraktığı 2013 yılından bu yana, FED bu likidite bolluğu sürecinden çıkışın en hasarsız yolunu bulmaya çalışmaktadır.
Şu an için bu çıkışın ise, herhangi bir maliyete katlanmadan gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor.
COVİD-19 SALGINI
Her şey Covid-19 salgınıyla başladı. Dünya çok uzun yıllar görülmemiş bir yavaşlamayla kaşı karşıya kaldı. Bozuk olan gelir dağılımı daha da bozuldu, işsizlik artarken yoksulluk yaygınlaştı. Hükümetler kamu harcamalarını arttırarak bu olumsuz etkileri gidermeye çalıştılar. Kaynağı olmayan kimi hükümetler finansmanı enflasyona başvurarak sağlarken, kimisi de borç stoklarını arttırmayı tercih etti.
Maalesef 2008 sonrası görülen likidite bolluğunun ülkemizde ve dünyada hem varlık fiyatları üzerinde enflasyonist etkileri oldu, hem de borçluluk oranında artışlara yol açtı.
Salgın kontrol altına alınıp ekonomiler canlanmaya başlarken, küresel ekonomide mal talebinde ciddi artışlar yaşandı. Fakat tedarik zincirlerinin başında bulunan Çin gibi ülkelerin üretim kapasiteleri bu süre zarfında tam kapasiteye erişemedi.
Netice olarak mal piyasalarında oluşan talep fazlası enflasyonist bir sürecin başlamasını tetikledi.
Öte yandan talep canlanması ile birlikte emtia piyasalarında artan fiyatlar, uzun süredir mal piyasalarından uzak durmuş ve büyük ölçüde finansal piyasaların sınırları içine hapsolarak finansal varlık alımlarında kullanılan likiditenin mal piyasalarına ilgi göstermesine ve bu piyasalara kaymasına yol açmıştır. Mali piyasalardaki getirilerin düşüklüğü ve oluşan riskler, mal piyasalarında bir süre devam edeceği beklenilen enflasyon nedeniyle ekonomideki likidite mal piyasalarında ek talep oluşumuna katkıda bulunmuştur. Uzun yıllardır likidite bolluğunun yol açmadığı enflasyon, Covid-19 salgını sonrasında oluşan özel ortamda, emtia piyasaları üzerinden, birtakım temel girdi fiyatlarının fiyatlarında ek talebe ve beraberinde de enflasyona neden oldu.
Buna ek olarak, düşük ücret maliyetleri sebebiyle, 1990’lardan beri uluslararası tedarik zincirlerinin bir parçası olan
Çin’in, küresel talep artışlarının enflasyonist etkilerini telafi edici etkisi de bugünlerde bulunmamaktadır.
Tüm bunlar ışığında bugün dünya ekonomisinde ortaya çıkan enflasyonu sadece mal piyasalarındaki arz-talep dengesizlikleri ile açıklayıp, geçici olduğunu düşünmek doğru olmayabilir. Küresel ekonomi çok uzun yıllardır aşırı bol likiditeye maruz kalmıştır ve bu likiditenin kullanılabileceği alternatif kullanım alanları da yeterli kârlılığı veremez durumdadır.
Böyle bir ortamda Covid-19 sonrasında ortaya çıkan küresel ekonominin özgün koşulları, bu likiditenin kullanımı için cazip bir alternatif oluşturmuştur. Bu koşullar çok uzun yıllardır küresel düzeyde göremediğimiz likiditenin mal piyasaları üzerinden yarattığı enflasyonist etkileri görebilmemize olanak sağladı.
Bu para politikası başarılı olamaz. FED’in verdiği mesajları “yanlış” okuyarak, arttırılması gereken faizler salt yerel ihtiyaçlar nedeniyle düşürülüp büyümenin devamı sağlansa da bu büyümenin kapsamı son derecede dar olacaktır.
Bu para politikasının başarı şansı yoktur.
Başta uluslararası likiditenin yöneticisi konumunda olan ve belirlediği para politikası etrafında dünyadaki merkez bankaları arasında koordinasyonu amaçlayan FED’in verdiği mesajları “yanlış” okuyarak, arttırılması gereken faizler, salt yerel ihtiyaçlar nedeniyle düşürülüp büyümenin devamı sağlansa da, bu büyümenin kapsamı son derecede dar olacaktır. Büyümenin nimetlerinden sınırlı bir kesim yararlanırken, meydana gelecek enflasyona bağlı olarak, büyümeyle birlikte ülkedeki gelir dağılımı da bozulacaktır. Er ya da geç bugün para politikasında yapılan yanlışların yol açtığı maliyetler bir şekilde ödenecektir. Şu an için sorun bu maliyetleri kimin üstleneceğidir.
Bu da, yapılan yanlış tercihlerin kendi lehine yarar üretmeyen birçok kesimin göstereceği siyasi dirence ve mücadeleye bağlıdır.