Bahçeli, Merkez Bankası ve Anayasa Mahkemesi’nin “aslında” milletin bekasını tehlikeye atan tehditkar unsurlar olduğunu öne sürerek sağ popülist otoriter rejiminin sözlük tanımına uygun bir güvenlikleştirme zemini hazırlamış oldu. Türk lirasının değerinin en sert şekilde düştüğü haftalardan birini atlatmayı başardık. 23 Kasım Salı günü TL döviz karşısında saatler içinde hızla değer kaybederken 1994 ve 2001 krizlerini andık. AK Parti Grup Başkanvekili Cahit Özkan kur artışına yönelik değerlendirme yaparken Japonları örnek almamızı salık verse de şu bir gerçek ki Dolar/Yen 5 yılda %0.8 artarken, Dolar/TL 18 Kasım’dan 23 Kasım’a sadece 5 günde %24.5 yükseldi (10,85’ten 13,50’ye). Tüketicileri ve piyasa aktörlerini bugüne kadar yapmış oldukları kısa-orta-uzun vadeli tüm planlarını gözden geçirmek zorunda bırakan ve döviz alım-satım işlemleri ile ürün tedarik ve satışlarını durduracak kadar endişe yaratan “devalüasyon”, aslında iktidar tarafından “bile bile lades” nevinden alınan ekonomik kararların bir sonucuydu. FAİZ İNDİRME KARARININ ARKA PLANI Tüm dünyada pandemiyle birlikte hükümet harcamaları arttı ve bunun neticesinde çoğu ülkede enflasyon yükseldi. Enflasyonla mücadele kapsamında dünya genelinde merkez bankalarının çoğu faiz yükseltme veya faizi sabit tutma kararı aldı. Faiz indiren Arjantin, Çin ve Türkiye merkez bankaları istisnaları oluşturdu. Grafik 1: Dünyada Merkez Bankaları Faiz Politikası (Sarı: Değişim Yok, Kırmızı: Faiz Yükseltme, Turkuvaz: Faiz İndirme, Lacivert: 2021’de Faiz Yükseltme, 2022’de Faiz Düşürme) Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın faiz indirme kararının sadece kağıt üzerinde Başkan Prof. Dr. Şahap Kavcıoğlu ve kurmayları tarafından alındığını biliyoruz. Bu karar fiilen Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait. 2008 ekonomik krizinden beri düşük faiz ısrarı nedeniyle Merkez Bankası başkanlarıyla sorun yaşayan ve her fırsatta bu isteğini yineleyen Erdoğan, başkanlık sistemi ve güç temerküzünün verdiği imkanla “kurumsal prangalarından kurtulup özgürleşti”. Bilhassa Naci Ağbal’ı görevden aldıktan sonra yaptığı atamalarla Merkez Bankası’nın bağımsızlığını fiilen ortadan kaldırarak istediği para politikasının uygulanmasının önündeki tüm pürüzleri yok etti. Elbette Erdoğan’ın finansal özgürlüğünün Türk halkına bir bedeli olacaktı. Erdoğan tüm dünya faizleri artırırken faizleri indirerek Türk Lirası’nın 2021 yılı içinde neredeyse %50 değer kaybetmesine ve döviz kurlarının yaklaşık 2 katına fırlamasına yol açtı. Grafik 2: ABD Doları/TL 2021 grafiği Türkiye’de tüketici (yani seçmen) ve sektörlerin en duyarlı olduğu metriklerden biri olan dolar/TL Naci Ağbal döneminde izlenen para politikalarıyla 6.96’ya kadar düşmüştü. Ancak Ağbal’ın görevden alınmasından sonra dolar yükselişe geçti ve 8’in üzerine oturdu. Faiz indirme kararlarıyla birlikte dolar fırladı ve 23 Kasım’da 13.50’i gördü. Yani dolar Şubat-Kasım arasında 6.54 TL yükseldi ve %94 artış gösterdi. Bu olumsuz gidişatın iktidar partisi oylarına da olumsuz yansıması oldu. AK Parti %35-38 seviyesinden %31-34 seviyesine düştü. MHP de %10’un altına geriledi. Toplamda Cumhur İttifakı 2021 başlarında %45-48 aralığındayken, kasımda %40-43 bandına düşmüş oldu. Türkiye’de seçmenin 4’te 1’i partizan değil ve ekonomik/rasyonel oy verme davranışına yatkın. Tüketici güven endeksi-AK Parti oy oranı arasındaki paralellik de bu seçmenin iktidarı ödüllendirme/cezalandırma eğilimini yansıtıyor. Endeks kasım ayında tarihin en düşük seviyesine geriledi (71.1) Grafik 3: Tüketici Güven Endeksi – AK Parti Oy Oranı (Kaynak: TÜİK, YSK) Tüketici güven endeksi, tüketicilerin (seçmenin) ekonomiye dair iyimserliğini/karamsarlığını yansıtıyor. İyimserlik arttıkça AK Parti oyu yükselmiş, azaldıkça düşmüş. 2021 Kasım’a geldiğimizde hem tüketici güven endeksi hem AK Parti oyu dibe vurmuş vaziyette. Buna yol açan ise Erdoğan’ın faiz politikasıyla tetiklediği kur artışı, istikrarsızlık ve hayat pahalılığı. Peki bu irrasyonalitenin ardında ne yatıyor? 2 Boyutlu Cumhur Rejimi: Ekonomi (Bile Bile Lades Ekonomisi) ve Güvenlik Boyutları (Güvenlikleştirme) Erdoğan ve ortaklarının OHAL sürecinde inşa ettiği olağanüstü Türk tipi başkanlık (Cumhur) rejimi, Erdoğan’ın ustalık döneminden sonra sultanlık eseri olarak düşünülebilir. Ersin Kalaycıoğlu’nun kamuoyuna kazandırdığı “neo-patrimonyal sultanistik rejim” kavramı mevcut rejimin karakterini açıklıyor. Kurumların ortadan kalktığı Cumhur rejiminde, kişiler ve gruplararası ilişkilerin dinamikleriyle şekillenen iki ana boyut tanımlayabiliriz: ekonomi ve güvenlik. Ekonomi boyutunda Erdoğan AK Parti dışı müttefiklerinin taleplerinden azade ve saray-aile-parti çevreleriyle daha çok temasta. Dolayısıyla bu alanı Erdoğan’ın lider özellikleri ve kişisel ilişkileri üzerinden inceleyebiliriz. Güvenlik boyutunda ise Erdoğan ile müttefikleri MHP/Bahçeli, güvenlik bürokrasisi ve İçişleri Bakanı Soylu yer alıyor. Bu alanda sürdürülmesi kolay olmayan fakat güçlü bir konsensüs hakim. Bu konsensüsün işlemesini güvenlikleştirme stratejisi, yani gündelik hayattan dış politikaya kadar tüm alanlarda her yapı ve aktörü güvenlik tehdidi olarak ilan edebilme otoritesi üzerinden ülke idaresi anlayışı sağlıyor. Ekonomi boyutunda Erdoğan’ın çevresinde düşük faiz yanlıları (danışmanlar/ Cumhurbaşkanlığı Ekonomik Kurul üyeleri) ile istikrarlı para politikası yanlıları (AK Parti’nin kıdemli siyasetçileri ve bürokratlar) yakın zamana dek rekabet halindeydi. Ancak Naci Ağbal’ın gidişiyle düşük faiz yanlıları mücadeleyi kazanmış görünüyor. Zaten Erdoğan da uzun zamandır düşük faiz yanlısı. Erdoğan’ın kontrolcü kişiliğinin getirdiği motivasyonla Merkez Bankası’nın bağımsızlığını by-pass edip istikrarsızlık kaynağı olarak gördüğü finans piyasalarının etkisini minimize ederek ekonomiyi şahsen yönetme arzusu, finans ekonomisini reel ekonominin, yani üretim, ihracat ve istihdamın düşmanı olarak gören siyasal İslam anlayışı ve inşaat rantı üzerinden geliştirdiği seçim ekonomisi modeli Erdoğan’ın düşük faiz tercihini açıklıyor. Erdoğan’ın ekonomi kararlarında faiz karşıtlığıyla tanınan İslami bankacılık uzmanı ilahiyat kökenli iktisatçı, Cumhurbaşkanlığı Ekonomik Kurul üyesi Prof. Dr. Servet Bayındır ve dış borç almak yerine enflasyon pahasına Merkez Bankası’nın para basmasını savunan ve önceki dönemlerde Babacan ile çatıştıkları bilinen Nurettin Canikli’nin görüşlerini dinlediği aktarılıyor. Ayrıca düşük faiz yanlısı danışmanlar Prof. Erişah Arıcan, Meltem Taylan Aydın, Dr. Cemil Ertem ve Yiğit Bulut da bu süreçte rol oynayan diğer aktörler[1]. Güvenlik boyutunda ise hukuk normları yerine ulusal tehdit algılarını belirleme otoritesi üzerinden, yani siyaseti güvenlikleştirerek Türkiye’yi yöneten güvenlikçi konsensüse karşı kanun devletini savunmaya çalışan Milli Görüş kökenli AK Partililer (Adalet Bakanı Abdulhamit Gül) mücadele verse de güçleri az olduğu için seslerini duyurmaktan öteye geçemiyorlar ve Bülent Arınç örneğindeki gibi Devlet Bahçeli tarafından geri püskürtülebiliyorlar. Osman Kavala’nın ve Selahattin Demirtaş’ın tüm iç-dış baskılara rağmen serbest bırakılmaması ve kaderlerinin belirsizliğe terk edilmesi güvenlikçi konsensüsün tartışmasız gücünü yansıtan en büyük örnekler. MGK’DA EKONOMİ GÜVENLİKLEŞTİRİLİYOR Devlet Bahçeli’nin etkin rolü haricinde birbirinden ayrı dinamiklere sahip olan bu iki boyut son Milli Güvenlik Kurulu açıklamasında ekonomiye yapılan vurguyla kesişti. Bunun öncesinde Bahçeli’nin Merkez Bankası’nın bağımsızlığına karşı olduğunu açıklayarak, Erdoğan’ın ekonomide yarattığı fiili durumu yazılı ve meşru hale getirme adımını attığını görmek gerek. Bahçeli daha önce de benzer şekilde Anayasa Mahkemesi’nin kaldırılabileceğini ifade ederek sağ popülist otoriter Cumhur rejiminin kalıcılaşmasını amaçlayan yeni “anayasal” çerçevenin ipuçlarını vermişti. Bahçeli, demokratik ve bağımsız kurumlar olarak ihdas edilmiş olan Merkez Bankası ve Anayasa Mahkemesi’nin “aslında” milletin bekasını tehlikeye atan tehditkar ve milli irade karşıtı unsurlar olduğunu öne sürerek sağ popülist otoriter rejiminin sözlük tanımına uygun bir güvenlikleştirme zemini hazırlamış oldu. Bu zeminde gelinen noktada MGK bildirisinin ikinci maddesinde Erdoğan’ın ekonomik modeli ve güvenlikleştirme konsensüsünün ulusal tehdit siyaseti birleşti ve rejimin iki boyutu kesişmiş oldu: “Türkiye’nin inşa ettiği sağlam altyapı üzerinde, hedeflerine uygun şekilde yatırım, üretim, istihdam ve ihracat odaklı ekonomi politikalarını hayata geçirme sürecinde karşılaştığı ve karşılaşabileceği sınamalar ile tehditler değerlendirilmiştir.” SONUÇ Rejimin ekonomi boyutunda söz sahibi olan Erdoğan tüm riskleri göze alarak inandığı ekonomi modelini, kurumların bağımsızlığını ortadan kaldırarak uygulamak istiyor. Güvenlik boyutunda bir araya gelmiş olan siyasi ve bürokratik konsensüs ilk kez açıktan bu isteği destekleyerek, rejimin birbirinden ayrı işleyen iki boyutunun tamamen kesiştiğini ilan etmiş oldu. Bu kesişme 1980 darbesi sonrasında, Türkiye’yi neoliberal küresel düzene eklemleme amacıyla darbe öncesinde ilan edilmiş olan 24 Ocak kararlarının otoriter bir rejime tartışmaya kapalı halde hayata geçirilmesini hatırlatıyor. 1980 sonrasında olduğu gibi 2021 koşullarında da iktidarın ekonomi modeline yönelik herhangi bir itirazın rejim tarafından sınama ve tehdit unsuru olarak algılanabileceği MGK bildirisinde açıkça ilan ediliyor. Ülkeyi yoksullaştırma pahasına ihracatla büyüme modeli uygulamak için devlet aygıtının gücü kullanılıyor. Ekonomi ve güvenlik boyutlarında otorite sahibi olan siyasi ve bürokratik çevreler dışında bundan en çok yararlanacak kesim devletin ekonomik rantını kontrol eden sermaye çevreleri olacak. Türkiye’de demokrasiyi inşa etmek isteyenler otoriterlikten çıkış ve demokratikleşme sürecinin yalnızca hak-hukuk-adalet boyutuna değil, iktidarın emek-sermaye ilişkilerinde yandaş sermayenin çıkarı ve kendi bekası için halkı hiçe sayan baskıcı rolüne de odaklanmalı ve bu baskı politikasını sürekli gündemde tutmalı. --- [1] https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/ankara-kulislerinde-faiz-indiriminin-arkasindaki-iki-ismin-tercihleri-tartisiliyor-1886926