Muhayyel aşk, paralel hayatlar ve ötekileştirilen Dom Halkı… Filmin Çingene bir delikanlı olan Piroz ile Sünni bir Kürt olan Sümbül aşkını işlerken iki ayrı hikâyeyi aynı potada eritmesini ve ötekileştirmeye vurgu yapmış olmasını çok beğendim. Netflix’te geçen hafta yayınlanan ‘Gönül’ filmini büyük bir ilgi ile izledim. Öncelikle yönetmeni Soner Caner’i tebrik ediyorum. Çingeneler Zamanı gibi kült bir filmin efsanevi yönetmeni Emir Kusturica’ya selam durulması, sahnelerin Angelopoulos’tan ciddi anlamda izler taşıması (asla taklit değil, muhteşem bir ilham alma durumunu kastediyorum). Çingene (Roman, Mıtrıp, Dom vs) bir delikanlı olan Piroz ile Sünni bir Kürt olan Sümbül aşkını eş zamanlı Mirze ile Dilo aşkıyla harmanlayan filmin hem Dom’ları işlemesi hem de iki ayrı hikâyeyi aynı potada eritirken ötekileştirmeye vurgu yapmış olmasını çok beğendim. Her aşk biricik olma iddiası taşır. Kimse aşkının başka aşklara benzediğini düşünmez, düşünmemek ister. Bu salt narsisistik bir doyum arzusu değildir elbette, içinde aşkın verdiği kimyevi sarhoşluk ve körlüğün tesiri de göz ardı edilebilecek boyutta değildir. Biricikliğe yapılan yatırımlar (abartılmamak kaydıyla) ‘ortak hikâye yazımını destekler; sevdikleri yemeği sadece birlikte yemeleri, özel günlerinde aynı mekâna gitmeleri, sadece iki kişinin anlayacağı ‘kelimelerinin’ ve ‘esprilerinin’ olması ve ortak şarkılarının ‘bizim şarkımız’ diye benimsenmesi bunlara örnek olarak verilebilir. Elbette ‘ortak hikâye’ yazımı bunun gibi yüzeysel ve geçici sembollerle bir yere kadar devam edebilir. Akabinde aşk mutlaka ‘hakiki’ bir hikâyeyi arzular. Maddi zorluklarla mücadele, karşı çıkan ailelere ortak tavır alma, hastalıkta birlikte olma gibi ‘hakiki’ hikayeler bir aşkın ömrünü uzatan faktörlerdir. Filmin etkileyici sahnelerinden birini işte tam da bu ‘ortak’ hikâye yaratma sürecinin başlamasıyla izliyoruz; Piroz ve Sümbül film boyunca başkasından duymadığımız ‘hay nık na na’ diye bir uyduruk şarkıyı karşılıklı söylüyorlar. Sonrasında benzer bir temayı Mirze ve onun samandan sevgili Dilo aşkında da görüyoruz. Zaten muhayyel bir Dilo’ya âşık olan Mirze ile, sünni Kürt kızı Sümbül’e aşık olan Piroz aynı kaderi paylaşmaktadır; Dom olmak, yok sayılmak, tanınmamak, mezara koyma pahasına bir Dom’a kız vermemek, dışlanmak… Hayali aşklar peki? İdeal nesne haline getirilmiş, yitik cennetin giriş kapısı olarak görülen aşklar? Bu noktada psikiyatri ve psikoloji benliğin yitik ve sahipsiz yönleri üzerine odaklanmıştır. Kendi benliğinde eksik olanı ötekinde yüceltme ve bu yüceltilmiş ötekiyle birleşerek eksik olana kavuşma ‘hayali’. Bu açıdan bakıldığında âşık olmak ötekinde kişinin kendi 'yitik cennet'ini bulduğu, yüceltilmiş benlik imgesini sevgili vasıtasıyla yeniden içine aldığı bir imkânı temsil eder. Romantik aşkın bel kemiğini oluşturan şey, gerçek bir kayıp duygusu hissetmeksizin teslimiyettir, öyle ki aşkın gerçekleşme ihtimali ne kadar uzaksa aşkın ateşi o kadar harlı olur. Ulaşılamayan güçlenir ya da Freudyen deyişle, 'ancak baskı altında tutulan cinsel dürtülerdir ki insanlar arasında uzun erimli bağların oluşmasına yol açar'. Aşk bir yönüyle de bir infilak halidir: Beni seviyorsan benim bir parçamsın, sana duyduğum aşkla yüceliyorum. Beni sevmiyorsan benim sevdiğim kim? Aşkının bana verdiği acıyla yüceliyorum. Bu acıyı bu dünyada yalnız ben çekebilirim, o halde sen beni sevmesen de ben beni seviyorum. Goethe'nin deyişiyle: 'Seni seviyorsam, sana ne bundan?' Mirze ile ‘saman’ Dilo’nun aşkını ben demansiyel bir adamın muhayyel aşkı gibi değil de yönetmen ve senaristin üstün başarısı ile bir metafor olarak değerlendiriyorum.
Çoğu Dom Türkçe bilmez. Devletten, Kürtlerden, Araplardan, Türklerden baskı görüyorlar. Kimliksiz olarak yaşadıkları için pek çoğu eğitim, sağlık ve hatta seyahatten dahi yararlanamıyorlar.
Gelelim filmin esas kahramanı olan Dom’lara… Roman, Çingene, Mıtırp, Dom... Hepsi birbirleriyle akraba topluluklardır. Mezopotamya’dakilere Dom ve Mıtrıp, diğer coğrafyalarda yaşayanlara ise Çingene veya Roman denilmiştir. Bu grupların benzerlikleri çok olmakla birlikte Kürtler arasında yaşayan Domların karakteristik özellikleri biraz farklılık göstermektedir. Domlar, sadece ve sadece kendi aralarında kendilerine Dom diyorlar ve Domanice konuşuyorlar. Dışsal baskıdan çekindikleri için grup dışındaki insanlarla Kürtçe anlaşıyorlar. Çoğu Dom Türkçe bilmez. Devletten, Kürtlerden, Araplardan, Türklerden baskı görüyorlar. Kimliksiz olarak yaşadıkları için pek çoğu eğitim, sağlık ve hatta seyahatten dahi yararlanamıyorlar. Genel olarak geçimleri Ribab (kemançe) denilen çalgıyla düğünlerde elde ettikleri kazançtır. Bunun yanı sıra dilencilik, doğal şifacılık ve dişçilik gibi uğraşlarla da ilgileniyorlar. Kimliklerin ön planda tutulduğu, hatta başa tutturulduğu bir zamanda yok olmak üzere olan bir kimlik. Ya da tarihin acı bir ironisi mi demeli? Filme bir de bu açıdan teşekkür etmeliyiz. Yaz aylarında yol kenarlarında, özellikle köyümüzde görmeye alıştığımız Çingeneleri artık görmez olduk. Köyümüze geldiklerinde hemen hemen her gün kapımızı çalan ve bize bir şeyler satıp karşılığında tavuk alan, altın dişli, farklı konuşan bu insanların yarattığı zenginlik artık etrafımızda yok. Onlar göçtüler… Göçtüler göçmesine ama toplum arasındaki ayrımcılık sona ermedi. Onlar hala başka dünyanın çocukları olarak ötekileştirilmeye devam etmektedirler. Öyle ki Sümbül’ü öldürürüz de ‘çingene’ye vermeyiz diyenler az değil. Ve filmin final sahnesi; Hazar Ergüçlü’nün Kürtçe seslendirdiği Seyran şarkısı ve şarkıya dirilen aşıklara… Bu sahne bana Gönül Yarası (adında da gönül geçiyor) Meltem Cumbul’un Dar Hejiroke şarkısına ağladığı sahneye selam durmak olarak geldi. Bu vesile ile Aynur Doğan’a da selam olsun.