Erdoğan’ın Gezi’nin üstünden 9 yıl geçmesine karşın koltuğunda oturmaya devam ediyor olması, AKP’de cisimleşen siyasal İslam’ın rejim projesinin ölü doğmuş olduğu hakikatini değiştirmiyor. Türkiye'de ve Ortadoğu genelinde İhvan projesi çöktü. Gezi Parkı’ndan başlayıp tüm Türkiye’ye yayılan büyük protesto gösterilerinin 9. yılında muhalif kesimler arasında yaygın kanaatlerden biri Gezi’nin sonuçsuz kaldığı veya başarısız olduğu. Burada başarı ölçütünün ne olduğu tartışmalı bir konu ama en basit haliyle, Türkiye’de iktidarı değiştiremediği, yeni bir iktidar kuramadığı için ülke tarihinin bu en kitlesel ve görkemli toplumsal hareketinin amacına ulaşamadığı düşünülüyor. İlk bakışta haksız bir değerlendirme de değil. Ancak olayı tarihsel bir perspektifle ve öncesiyle sonrasını da hesaba katan bir süreklilikle irdelediğimizde bu ilk bakışta doğru gibi görünen saptamanın gerçekliği anlatmakta yetersiz kaldığını söyleyebiliriz. İktidarın yönetim stratejisini kabaca iki döneme ayırabiliriz:
  1. Kapsayıcı hegemonya girişimi dönemi
  2. Dışlayıcı hegemonya dönemi veya otoriterleşmenin hız kazandığı dönem
Erdoğan, vesayet rejimi olarak tanımladığı devlet elitleri karşısında farklı kesimlerden müttefiklere ihtiyaç duyduğu erken iktidar döneminde sistemi demokratikleştirme iddiasıyla geniş toplum kesimlerine seslenmeye çalıştı. AB üyeliğini nihai hedef olarak kabul eden bir hegemonya kurma girişiminde bulundu. Muhafazakâr ve merkez sağ tabanıyla birlikte Kürtleri, liberalleri, alevileri ve hatta yer yer bir kısım solcuyu da iktidar programının parçası haline getirmeye çalıştı. Kemal Derviş reformları olarak adlandırılan ekonomi programının sağladığı mali disipline dünyadaki sıcak para bolluğu da eklenince yüzde 33’le başlayan iktidar yolculuğu 2007’ye gelindiğinde yüzde 47’ye ulaştı ve AKP, 550 vekil sandalyesinin 341’ini elde etti. Bu dönemin vurgulanması gereken ayırıcı özelliklerinden biri ABD ve AB’nin, AKP iktidarına Ortadoğu’yu yeniden yapılandırma hedefi doğrultusunda açtıkları siyasi krediydi. AKP iktidarının “vesayetçi güçlere” karşı ülkeyi “ılımlı İslami” bir sosla “sivilleştirmesi” modeli, Batı’nın yeni Ortadoğu stratejisinde merkezi bir konuma yerleştiriliyor, örnek ülke olarak sunuluyordu. Batı’yla girilen bu bağlaşıklığın katkısıyla sıcak paranın Türkiye’ye akması kolaylaştı. Söz konusu kapsayıcı hegemonya yaklaşımını “girişim” olarak adlandırmamın nedeni, içerdeki uygulamalarda otoriterleşme nüvelerinin aslında bu dönemde ortaya çıkıyor olmasıydı. AKP iktidarının “sivilleşme” projesi kurumların niteliğini dönüştürmenin çok ötesinde, kurumları işlevsizleştirme hedefi taşıyordu. 2004 yılında Fethullah Gülen Cemaati’nin orduda kadrolaşmasını engellemeyi hedefleyen meşhur MGK kararının uygulanmamasından tutun yine o dönemde uygulanmayan veya etrafından dolaşılan yargı kararları, AKP’nin vesayetle mücadele olarak tanımladığı eylemlerinin güçler ayrılığını ve denetimi zayıflatıp kurumları ele geçirmeyi hedefleyen bir siyasi programın ürünü olduğuna işaret eder. Ekonomi politikalarında da ücretli kesimin haklarını törpüleyen ve kamusal varlıkları hesapsızca elden çıkaran bir piyasacı yaklaşımı benimsiyor, uzun vadede oluşacak yoksullaşma ve güvencesizleşmenin temellerini atıyordu. Dolayısıyla ileride oluşabilecek toplumsal tepkiler karşısında baskıcı yöntemleri benimsemesi için zorunlu koşulları yaratıyordu. Bunlara karşın bürokrasiyi saldırının hedefine koyarak izlediği popülist siyasetler ve kimliklere dayalı bir “demokratikleşme” anlatısı, otoriterleşme temayülünün algılanmasını güçleştiriyordu. Hatta bu dönemde iktidarın dinselleşme ve otoriterleşme ajandasına dikkat çeken çevrelerin “laikçi teyze” diye tanımlanan bir tipolojiyle karikatürleştirildiğini biliyoruz. 2007 seçimleri AKP’nin hegemonya stratejisindeki dönüşümün ilk önemli eşiklerinden biriydi. Artık gerekli toplumsal rızanın sağlandığına kanaat getirildiğinden hareketle Ergenekon ve Balyoz gibi siyasi davaların fitili ateşlenerek devletin tasfiyesine dönük saldırgan adımlar atılmaya başladı. 2010’daki anayasa değişikliği yargının ele geçirilmesinin önünü açtı. 2013’e gelindiğinde Gülen cemaati örgütlenmesiyle iktidar paylaşımı savaşı çoktan başlamıştı. 2007’den itibaren AKP’nin dinsel siyasi ajandasını daha görünür kılması, kamu varlıklarını ve doğayı yağmalamaya hız vermesi karşısında Haziran 2013’te kimsenin öngöremediği bir anda patlak veren, ülke tarihinin en geniş katılımlı protestoları AKP iktidarına bugün bile unutamadığı bir korku yaşattı. Birkaç gün süren belirsizlik ve ne yapacağını bilememe halinden sonra Erdoğan taarruza geçmeye karar verdi ve o meşhur söz dudaklarından döküldü: “Yüzde 50’yi evde zor tutuyorum!” Bu ifade toplumun belli bir kısmını diğerine karşı savaşa sürme tehdidi olmanın yanı sıra Erdoğan’ın yüzde 50 diye tarif ettiği toplum kesimi dışında kalanları “vatandaş” olarak görmekten vazgeçtiğinin de ilanıydı. Onlar artık yalnızca itaat etmesi gereken kalabalıklardı. Artık algı düzeyinde de olsa bir kapsayıcı hegemonya stratejisinden vazgeçiliyor ve iktidarın siyasi ajandası da mecburen kabuğundan soyulup tüm çıplaklığıyla ifşa oluyordu.
Tüm bu parametre ve göstergeleri topladığımızda ileri demokrasi”, “ılımlı İslam”, Büyük Ortadoğu Projesi”, yeni Osmanlı” gibi iddialı başlıklarla başlayan yeni rejim inşası süreci, hegemonya stratejisinin iflasıyla sürdürülebilir olmayan, şahsa indirgenmiş ve suni teneffüsle yaşatılan bir otoriter iktidara dönüştü
Gezi’den sonra iktidar açısından yeni açılan sayfa eski dönemin ortaklarından kurtulmayı da zorunlu hale getirdi. Gülen örgütlenmesiyle kurulan ittifak tamamen sona erdi ve 17-25 Aralık operasyonlarıyla iktidarın iki ayağı arasında yaşanan savaş ayyuka çıktı. 2014’te muhalefet, kendi hataları ve yanlış aday tercihinin de büyük katkısıyla önce yerel seçimleri, sonrasında da cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetse de 7 Haziran 2015’te AKP resmen iktidardan düştü. 7 Haziran’a giden süreçte PKK ile kurulan “Çözüm Süreci” masası da devrildi. 1 Kasım 2015’te yüzde 49’la yeniden iktidara geleceği süreçte Erdoğan güvenlik politikalarına dayalı baskıcı iktidarı için gerekli müttefiklerini de milliyetçi çevrelerde buldu. Daha açık ifade etmek gerekirse, Erdoğan iktidardan düştü ve güvenlik bürokrasisini de içine alan eski “vesayetçi güçler”in bir kısmının desteğiyle zor kullanılarak yeniden iktidara taşındı. 2013 Haziran’da başlayan çöküş sürecinin ilk aşaması 7 Haziran 2015’te tamamlanmış oldu. 1 Kasım 2015’te başlayan ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle doruğa çıkan ikinci aşama da aslında 2017 referandumunda tamamlandı ancak görünmez eller yine devreye girdi ve milyonlarca mühürsüz oy geçerli sayılarak sandık sonucu değiştirilmiş oldu. 2013 sonrasında seçimlere sık sık gayrimeşru yollarla müdahale edilmesi, seçim kazanmak için halkın rızasını alma yönteminin artık yetersiz kaldığının göstergesidir. 2013 zamana yayılan bir çöküştür dememin nedeni de burada saklı. Erdoğan kurumları çökertmeyi başardı ancak yerine şahsi varlığından bağımsız bir sistem kuramadı. Önce geniş çeperdeki ortaklarını, sonra da parti içi ortaklarını tasfiye etmek zorunda kalması otoriter iktidarının giderek şahsına ve dar çevresine indirgenen kadük bir yapıya dönüşmesine yol açtı. Bugün kavramların gelişigüzel kullanılması nedeniyle bu iktidar ağından sıklıkla “rejim” diye bahsetsek de ortada Erdoğan’ın kurup işletebildiği bir rejim olmadığını tespit etmemiz gerekiyor.[1] AKP iktidarı olarak başlayıp “Saray iktidarı”na dönüşen bu yapının özerk, işlevsel kurumları yok, öngörülebilir bir hukuk sistemi yok, hatta kendi yaptığı yasaları uygulama kabiliyeti bile yok. Kamu yönetimi süreçleri genelge dediğimiz “fermanlara” indirgemiş durumda. Rasyonel karar alma mekanizmaları önemli ölçüde çöktüğü için bir gece yayınlanan genelge ertesi sabah iptal edilebiliyor. Kurumların çöküşü ve Saray’ın bir rejim tesis edemeyişi ekonomik göstergelere de yansıdı. Ekonomik büyüme 2018’e kadar devam etse de bürokratik ve siyasi çöküşe paralel olarak finansal istikrarsızlık 2018’den itibaren bir krize dönüştü ve giderek derinleşerek kalıcılaştı. AKP iktidarının kendinden önceki döneme ilişkin çarpık bir algı yaratmak amacıyla kullandığı karneyle gıda dağıtımı ve kuyrukları 2019’da tanzim satış uygulamasının hayata geçmesiyle gerçek oldu. Ekonomide çarkların dönmesini tamamen dış kaynak girişine endeksleyen yönetim anlayışı nedeniyle ülke piyasası küresel sarsıntılara karşı fazlasıyla savunmasız hale geldi. Buna Batı’yla yaşanan flörtün sona erip çatışmaya girilmesi de eklenince iktidar, sistemin devamlılığı için kara paraya daha fazla bağımlı hale geldi. Devletin milyarlarca dolarlık döviz stoku, kamu bankaları eliyle yapılan karanlık operasyonlarla yok edildi. Dünyadaki otoriter rejimlerle ilişkiler güçlendi. Devlet kisvesine bürünmüş irili ufaklı mafya ağları iktidarın ayrılmaz parçaları oldu. 2019 yerel seçimlerinde iktidarın can damarı diyebileceğimiz İstanbul ve Ankara’nın muhalefete geçmesiyle mafyatik rant ağlarını besleyen kamu olanakları daralmış oldu. Sedat Peker’in 2 Mayıs 2021’de başlayan ifşaları, bu mafyatik yapının çöküşünün güçlü bir emaresiydi. Tüm bu parametre ve göstergeleri topladığımızda “ileri demokrasi”, “ılımlı İslam”, “Büyük Ortadoğu Projesi”, “yeni Osmanlı” gibi iddialı başlıklarla başlayan yeni rejim inşası süreci, hegemonya stratejisinin iflasıyla sürdürülebilir olmayan, şahsa indirgenmiş ve suni teneffüsle yaşatılan bir otoriter iktidara dönüştü. Gezi’nin önemi, işte bu dönüşüme olan katkısında yatıyor.  Erdoğan’ın Gezi’nin üstünden 9 yıl geçmesine karşın koltuğunda oturmaya devam ediyor olması, AKP’de cisimleşen siyasal İslam’ın rejim projesinin ölü doğmuş olduğu hakikatini değiştirmiyor. Türkiye'de ve Ortadoğu genelinde İhvan projesi çöktü. Toplumun çoğunluğu ve yeni kuşaklar, AKP’nin sosyolojik ve kültürel dönüşüm projesine direnç gösterdi, hatta tam aksi eğilimler güç kazanmaya devam ediyor. Gezi’nin açtığı yarıkta, Erdoğan sonrasını inşa edecek potansiyel demlenmeye devam ediyor. Bu yazının sınırlarını aşacağı için şimdilik daha fazla ayrıntıya girmiyorum. İlerleyen haftalarda zaman zaman yine bu konu hakkında yazmaya çalışacağım. --- [1] Bu konudaki kavram karmaşası hakkında bir tartışma için Prof. Dr. Murat Somer’in makalesini öneririm: “Siyasal Rejim Nedir Ne Değildir?: Kavram Karmaşası Kademeli Otokratikleşmenin İçsel Bir Mekanizması Olabilir mi?”(What is Political Regime and What is It Not? Can Conceptual Confusion be an Endogenous Mechanism of Incremental Autocratization?), Toplum ve Bilim 158: 6-26 (2021)