Türkiye’de gençlik siyaseti yapmak hâlen daha, bireyin kendisini yaşlılara kabul ettirmesi koşulundan geçiyor – özellikle siyasi partilerin gençlik kollarının siyaset yapma pratiği bu iddianın sağlamasıdır. O hâlde biz gençler, bugün Türkiye’de ne kadar çırpınırsak çırpınalım, sadece genç olduğumuz için kamusal tartışma sahasında kendimize yer edinemiyoruz diyor Çağın Tan Eroğlu
Bugün sosyal medyada çok paylaşılan, #Otosansür ismiyle ifade edebileceğimiz bir kısa filmi seyrettim. Okurları izleme zahmetinden kurtarabilmek adına filmde ne olup ne bittiğini kısaca açıklamaya çalışayım.
Üniversite öğrencisi bir kız iki erkekten oluşan 3 kişilik bir arkadaş grubu bir kafede oturup sohbet ediyor ve çeşitli güncel vakıalara dair serzenişte bulunuyor. Yanlarına gelen dördüncü arkadaşları, diğer gençlerin aksine Türkiye’nin mevcut politik, sosyal ve ekonomik atmosferinden memnun olduğunu dile getiren konuşmalar yapıyor. Dördüncü gencin hâlinden memnun konuşmaları, diğer arkadaşlarını rahatsız ediyor. Daha sonra, kız arkadaşlarının yanlarından ayrılmasının ardından iki genç, dördüncüye dönerek gündeme dair tavırlarından dolayı sitem ediyor. Anlaşılıyor ki üç genç de Türkiye’nin sosyal ve kültürel statükosundan memnunlarmış ve gençliğin rüzgârına uyum sağlayabilmek (ve kıza da hoş gözükebilmek adına) memnun değilmiş numarası yapmak, yâni kendilerini otosansürlemek zorunda kalıyorlarmış.
Elbette, 23 senelik yaşantısının 20 senesini AKP iktidarında geçirmiş bir genç olarak, bu kısa filme ve tasvir ettiği gençlik algısına yönelik birkaç şey söylemezsem olmazdı.
GENÇ OLMAK DEMEK MUHALİF OLMAK DEMEK Mİ?
Bugünün Türkiye’sinde genç olmayı, tarihin herhangi bir ânında genç olmaktan ayıran en önemli özellik, bugünün gençlerinin eğer aksi yönde özel bir çaba sarf etmiyorsa dünyaya açık olmalarıdır. Birkaç jenerasyon öncesi en kişisel bağı aylar içinde karşılık bulan mektup arkadaşlığı olan bir nesilden; dünyanın her yerinden insanlarla anında etkileşime girebilen bir jenerasyondan bahsediyoruz 2000’lilerden bahsederken. Bu da 2000’lilerin dünya görüşünü diğer herhangi bir jenerasyonda bulunmayacak derecede açık, özgürlükçü ve bağımsız hâle getiriyor. Nitekim ilk defa, dünyanın geri kalanını yalnız ders kitaplarından veya büyüklerinden duymayıp, bizzat kendisi algılayabilen bir nesilden söz ediyoruz. Böylece 2000’lilerin kaygısı da kitabî ve hamasî niteliklerden sıyrılıp kişiselleşmiş oluyor. Kendi kişisel keyif ve refahını ön plana koyabilen bir jenerasyon; bunu yaparken de referansı onunla aynı şartlara sahip olmasına karşın daha müreffeh bir hayat yaşayan akranları oluyor.
İşte bu kültürel açıklık, diğer jenerasyonların günümüz gençlerini hedonist, şımarık ve erdemsiz olarak tanımlamasına vesile oluyor.
Gençlerin içinde bulunduğu kültürel açıklığı anlamak, onların aksine tamamen kapalı yetişmiş ve dünyayı kitaplardan öğrenmiş yaşlı jenerasyonlar için hiç kolay değil. Zaten Batıda, artık anlaşılamayacakları anlaşılınca “Ok boomer.” ifadesi üretilmişti
[1].
“Çıkar telefonunu göster” anlatısı, gençlere yakıştırılan “en asgarî (bare minimum)” erdem sinyallemesinin göze çarpan bir örneği. Bu anlatıya konu olan tartışmalarda, gençler hayat pahalılığına ilişkin bir konudan dem vuruyorlar. Örneğin kitap fiyatlarının, dışarıda yeme içmenin, sevdiğine güzel bir hediye almanın çok pahalı olduğuna dair isabetli bir serzenişte bulunuyorlar.
İşte, insanlık tarihinin kültürel anlamda en açık, en globalist nesli olan Z Kuşağı’nın
[2]Türkiye bakımından şanssızlığı ise hiç şüphesiz AKP dönemine denk gelmiş olmaları. Dünyadaki akranlarının aksine, Türkiye’nin gerontokratik yapısı gereği siyasî söylem üretmesine ve kamusal tartışmaya dahil edilmesine yeterince izin verilmiyor gençlerin – bu tüm siyasî partilerde böyle. Kamusal tartışmaya dahil olamayan ve siyasal katılımlarının önü tamamen kapatılan gençler; sıkça, özellikle iktidarın siyasi anlatılarıyla erdem sinyallemesine maruz kalıyor. Bireyselliği, özgürlüğü ve kültürel açıklığıyla öne çıkan gençlere, sıkça hayatlarını nasıl yaşamaları gerektiği konusunda erdem sinyalleniyor. Sanırım bunun en somut örneği, “Çıkar telefonunu göster” anlatısı.
“Çıkar telefonunu göster” anlatısı, gençlere yakıştırılan “en asgarî (bare minimum)” erdem sinyallemesinin göze çarpan bir örneği. Bu anlatıya konu olan tartışmalarda, gençler hayat pahalılığına ilişkin bir konudan dem vuruyorlar. Örneğin kitap fiyatlarının, dışarıda yeme içmenin, sevdiğine güzel bir hediye almanın çok pahalı olduğuna dair isabetli bir serzenişte bulunuyorlar. Bu serzenişi gören eski jenerasyon vatandaş, “Pahalı diyorsun, çıkar telefonunu göster bir göreyim” diyor. Gencin telefonundan da Avrupa’da bir asgari ücretlinin en fazla bir hafta çalışmayla alabileceği ortalama bir telefon çıkıyor. Buna karşı vatandaş da “Pahalı diyorsun, ama akıllı telefonun var.” diyerek kendince gencin serzenişini çürütüyor.
Elbette, bu anlatının problematik pek çok fazla tarafı var ancak şu konunun üzerinde özellikle durmak gerekir: Yaşlılar, gençleri yalnızca “en asgariye” layık görüyor. Hayatının her alanında en asgariyi yaşamayan, yani en düşük model telefonu kullanıp, en ucuz yemekleri yemeyen gençlerin de hiçbir şeyden şikayetçi olmaya hakları olmadığını düşünüyorlar. Bunu da çoğu zaman, kendi gençliklerindeki yoklukla meşrulaştırıyorlar.
Oysa gençler, ifade ettiğimiz gibi dünyayı kitaplardan değil bizzat kendi algılarıyla tecrübe ettikleri için bu anlatının hiçbir tutarlı tarafı olmadığını biliyorlar. En basitinden, yokluk konusunda yapılması gereken karşılaştırmanın bugünün gençliğiyle dünün gençliği değil; bugünün Türkiye gençliği ile yine bugünün Avrupa gençliği karşılaştırması olduğunu biliyorlar.
Şimdi gelelim asıl soruya, “Genç olmak demek muhalif olmak demek mi?”
Bugün gençler, iktidarın bilinçli veya bilinçsiz politikaları neticesinde zorunlu olarak politikleşiyorlar. Bu zorunlu politikleşme, kimi zaman gerçekten de politik altyapısı olan birtakım eylemlerin, örneğin rektör atamaları, konser yasakları ve hayat tarzı müdahaleleri neticesinde gerçekleşiyor. Ancak politik altyapısı bu kadar görünür olmayan eylem veya eylemsizlikler, gençlerin zorunlu politisizasyonuna giden yolu daha geniş biçimde açıyor. Gençleri zorunlu olan politik bir pozisyona oturtan ve ancak zımnen dahi olsa politik bir içeriğe haiz olmayan eylem veya eylemsizliklerin başında ekonomi ve hayat pahalılığı geliyor.
Bugün Türkiye’de gençlerin muhalif bir siyasî pozisyona konumlanmasının yegâne sebebi, kendilerini en asgariye layık görmemeleri. Bu demek değil ki, mevcut statükodan şikayetçi olmayan bir genci gençlikten tekfir etmek gerekir.
Her iki yoldan da politikleşen gençlere karşı eski jenerasyon siyasetin öne sürebildiği etkin tek argüman ise, gençleri yeniden
en asgariye layık görmek oluyor. Konsere gitme, sinemaya gitme, iyi bir telefon alma, iyi bir araba alma… Bu argüman, mevcut vakıayı göz ardı etmiyor, gençlerin mevcut vakıadan şikayetçi olmasını bir şımarıklık olarak görüyor. Oysa bugünün gençleri kendilerini
en asgariye layık görmeyen, dünyaya bakışı son derece geniş bir jenerasyonu temsil ediyor. Daha da önemlisi, sözünü ettiğimiz kültürel açıklıktan ileri gelecek şekilde, kendileri dünyanın geri kalanındaki akranlarıyla kıyaslıyorlar, geçmiş değil. İşte böyle bir durumda, akranı ile kendisi arasındaki farkın iktidar yanlısı anlatının
en asgari çerçevesi olduğunu fark eden gençler, zorunlu olarak muhalif bir pratik izlemek zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla, kendisini
en asgariye layık görmeyen gençler için muhalif bir siyaseti takip etmenin tek çıkış yolu olduğunu söylememiz mümkün oluyor.
Peki tüm bu açıklamaların okumakta olduğunuz yazının konusu #Otosansür adlı kısa filmle ne ilgisi var?
Kısa filmde, gençlerin muhalif fikirleri kişisel bir refleks yerine kolektif bir aksiyom gibi kabul ediliyor. Şu ana kadar üzerinde durduğumuz, Z kuşağının bireyselci ve özgürlükçü niteliği, ABD’de sıkça tartışma konusu yapılan “woke” kültürüne benzer bir politik doğruculukla gölgede bırakılıyor. Sanki, gençlerin günümüz Türkiye’sinde herhangi bir vakıadan keyif alması söz konusu değilmiş gibi, yazının en başında üzerinde durduğumuz hedonist ve şımarık Z Kuşağı algısının altı çiziliyor.
Bugün Türkiye’de gençlerin muhalif bir siyasî pozisyona konumlanmasının yegâne sebebi, kendilerini
en asgariye layık görmemeleri. Bu demek değil ki, mevcut statükodan şikayetçi olmayan bir genci gençlikten tekfir etmek gerekir. Hâlinden memnun bir gencin bu tartışmadan elde edeceği pek fazla bir çıktı zaten yoktur. Gerçek şu ki, gençleri
en asgariye layık gören “Çıkar telefonunu göreyim” yaklaşımı, buradaki asıl kırılmanın sebebidir. Nitekim kısa filmde, “çıkar telefonunu göreyim” yaklaşımı bir yaşlı tarafından değil, bir genç tarafından sergileniyor. Çünkü alt metin şu şekilde: “Çok fazla iyi şey var fakat siz sadece kötülere odaklanıyorsunuz çünkü kendinizi böyle şartlamışsınız, çünkü şımarıksınız”. Okumakta olduğunuz yazı gençlik ve kültür perspektifinden kaleme alındığından vakıa olarak iyi şeylerin mi kötü şeylerin mi daha fazla olduğu tartışmasına değinmeyeceğiz. Ancak anlaşılması gereken mesele şudur ki, gençlerin hayatında iyi şeylerin de olması, yolunda gitmeyen pek çok şey olduğu gerçeğini asla değiştirmemektedir. Bu nedenle gençler, şımarık ve hedonist olarak yaftalanmayı göze alarak, yolunda gitmeyen şeyler üzerine bir siyasî refleks geliştiriyorlar. Kısa filmin belki de en isabetsiz tarafı, bu çatışmayı tam olarak kavrayamamış olması. Ama yoksa, bilerek mi?
Biz gençler, bugün Türkiye’de ne kadar çırpınırsak çırpınalım, sadece genç olduğumuz için kamusal tartışma sahasında kendimize yer edinemiyoruz. Yer edinmemizin yolu, kendimizi yaşlı bireylere kabul ettirmekten geçiyorsa, taleplerimizin karşılık bulmaması için yaşlı bireyleri bize karşı doldurmaktan daha akıllıca ne olabilir?
HEDEF GENÇLER DEĞİL
Kısa filmin özü olan gençler ve muhaliflik refleksi üzerine bu kadar açıklama yaptıktan sonra, asıl önemli nokta olan çerçeveleme konusuna gelmek istiyorum. Söz konusu kısa filmin konusunun gençler değil, yaşlılar olduğu; amacınınsa yaşlıların nezdindeki hedonist ve şımarık genç figürünün çerçevelenmesi olduğu kanaatindeyim. Açıklayayım;
Kısa filmi ilk elden paylaşan pek çok kullanıcının
twitleri altında inanılmaz eleştiriler ve analizler gündeme geldi. Çünkü mesele şu ki, #Otosansürü izleyen gençler meselenin böyle olmadığını, iktidar yanlısı vakıaları savunan gençlerin kendilerini bu gibi ortamlarda otosansüre maruz bırakmak zorunda kalmadıklarını; hatta meselenin tam aksinin söz konusu olduğunu, iktidara yakın ortamlarda muhalif gençlerin tamamen hukuksal tehlikelerle kendilerini otosansür ettiklerini çok iyi biliyorlar. Söz konusu #Otosansür, örneğin, “Silivri soğuktur” ifadesiyle tamamen muhalif bir pratik olarak gündeme gelmektedir – ki kısa filmde bununla dahi alay ediliyor. Ancak gençlerin, bu mesele üzerine derinlemesine analizler yapmalarının, kısa filmdeki çerçevelemenin doğru olmadığını filmi ilk elden paylaşan kullanıcılara anlatmalarının bir lüzumu yok, çünkü kısa filmin hedef kitlesi değiller.
Kısa filmde, gençlerin hedonist ve şımarık niteliği “Gençlik asi olmalı dostum” retoriğiyle şımarık bir altmetinde çerçeveleniyor. Günlük yaşantıya dair, ekonomik, hukukî ve sosyal hiçbir yapısal sorun yokmuş ve buna rağmen gençler muhalif olmayı bir meziyet zannettikleri için böyle davranıyorlarmış anlatısının altı çiziliyor. Bu anlatının da doğal hedefi elbette yaşlılar. Nitekim nasıl gençler haklı olarak kendilerini dünyanın geri kalanındaki gençlerle kıyaslıyorsa, yaşlılar da gençleri kendi gençlikleriyle kıyaslıyorlar. Ancak aradaki büyük parametre değişikliklerini hesaba katmadıkları (veya katmak istemedikleri için) ortaya çıkan tek netice gençleri
en asgariyi beğenmeyen şımarık zevk robotları gibi görmek oluyor.
Peki bu neden önemli? Daha doğrusu, gençlerin muhalif pratiklerinin yaşlılar nezdinde “şımarıklık” olarak çerçevelenmesinin Türkiye siyaseti için önemi ne?
Siyasal iletişimdeki pek çok çerçevelemede olduğu gibi, burada da amaç, gençlerin özgürlükçü politik fikirlerinin meşruiyetini zedelemek. Türkiye siyaseti, hâlen daha gerontokratik bir atmosfere haiz. Türkiye’de gençlik siyaseti yapmak hâlen daha, bireyin kendisini yaşlılara kabul ettirmesi koşulundan geçiyor – özellikle siyasi partilerin gençlik kollarının siyaset yapma pratiği bu iddianın sağlamasıdır. O hâlde biz gençler, bugün Türkiye’de ne kadar çırpınırsak çırpınalım, sadece genç olduğumuz için kamusal tartışma sahasında kendimize yer edinemiyoruz. Yer edinmemizin yolu, kendimizi yaşlı bireylere kabul ettirmekten geçiyorsa, taleplerimizin karşılık bulmaması için yaşlı bireyleri bize karşı doldurmaktan daha akıllıca ne olabilir?
Böylece, gençlerin bireysel refahları için öne sürmüş oldukları talepler, meşruiyet zeminini yitirmekte ve şımarıklık çerçevesinin içine düşmektedir. Gençlerin şımarık ve hedonist olarak çerçevelenmesi, eski jenerasyonlar nezdinde ortaya bir de makbul genç çerçevesini öne çıkarmaktadır. İşte bu da, kısa filmdeki dördüncü arkadaşımızdır.
Makbul genç, şımarık filmler gibi dışarıda tatil yapamıyoruz, yurtdışına gidemiyoruz, diye üzülmez. Ailesi yaptığı tatillerin, akraba gezilerinin değerini bilir.
Makbul genç, öyle afilli içecekler içmez, bildiğimiz soda-limon-tuz içer.
Makbul genç, bardağa her zaman dolu tarafından bakar. Şımarık gençler gibi, “İlk arabada ÖTV yok ama sonrakilerde olacakmış” gibi günlük dertlere takılmaz.
Kısaca makul genç, kendisine
en asgariyi layık görür.
Peki ya, neden yurtdışına dilediğimiz gibi çıkamaz, Türkiye’de dahi güzel bir tatil yapamaz, afilli bir içecek sipariş ederken üçün beşin hesabını yapar olduk? Sıfır araba almak bir hayal olmuşken, ÖTV yükü arabanın kendi fiyatına denkken, çalıntı bir vaatle ilk araba alımının ÖTV’siz olacağına tav olmak, bardağı dolu tarafından görmek midir?
İşte, bir gencin perspektifinden bu kadar basit bir sorgulamayla dahi karşı çıkılabilecek bir perspektifin tek şansı, bu sorgulamanın meşruiyet zeminini kaldırmak olabilirdi. Kısa filmin yapmaya çalıştığı da buydu.
Oysa ortada gerçekler var ve hiçbir çerçeveleme, bu gerçeklerin ortadan kalkmasını sağlamayacak.
Biz gençlerin talepleri de bugün olmazsa yarın, mutlaka siyasetin esas konusu hâline gelecektir.
[1] Lorenz, Taylor “‘OK Boomer’ Marks the End of Friendly Generational Relations”
The New York Times (2019) https://www.nytimes.com/2019/10/29/style/ok-boomer.html