Bugünün Türk siyaseti koskoca bir genç nüfusu, gelecekteki dünya ile hiçbir ilgisi olmayan, kendilerine ait iktidar alanları yaratmayı amaçlayan, köhnemiş tarikat yapılarının eline bırakmakta bir beis görmemektedir Ülke çok zaman kaybetti. İnanılmaz miktarda mali kaynak kullandı.  Ama ne geçirdiğimiz onca zaman, ne de harcanılan kaynaklar kalıcı bir refah üretebildi. İktidarı ve muhalefetiyle, siyasetin tarafları kendilerini dar bir alana hapsettiler. Yirmi birinci yüzyılın değerlerini anlamadan, bu değerleri kendi benliklerinden içselleştiremeden, geçmişte edindikleri kendi değerler sistemi üzerine, eklektik siyasi anlayışlarını inşa ettiler. Kitleleri demode olmuş siyaset teknolojileriyle ürettikleri tezlerinin peşinde gitmeye ikna etmeye çalıştılar. Hâlâ da buna devam ediyorlar. Çözüm bekleyen sorunlar arttıkça, kendi düşünsel alışkanlıklarıyla girdikleri çözüm arayışları kendilerine ayak bağı olmaya başladı bile.  Tabii bu arada, tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de, toplumun bir kuşağıyla bağlarını kaybetmekteler. Bunun farkında mıdırlar? Ben çok emin değilim. En azından bazılarındaki iyi niyeti görebiliyoruz. O da söylemde… Ancak sadece “iyi niyet” bugünkü kuşakları geleceğe taşımak için yeterli değil. Bu kuşakları da geçmişin dogmalarına, demode olmuş siyasi söylemlerine hapsetmek, hem onların hem de ülkenin yeni bir asırda şekillenecek olan geleceğini daha bugünden kaçırmalarına yol açacaktır. Ülkenin yeni bir yüzyılda bugün karşı karşıya kaldığı sorunları teşhis etmek ve çözebilmek için, geçmişte edinilen değerlerin ve bakış açılarının referans alınması, farklı değerlerin hâkim olmaya başladığı bir dünyada siyasetin toplumla bağlarının kopuşunu hızlandırmaktadır. Doğal olarak sorunlara kalıcı çözüm üretemeyen iktidarlar, ürettiği basmakalıp demagojilerle kitleleri yönlendirmenin, temsil ettikleri değerlere bir süre daha zaman tanınmasını sağlamanın peşindedir. Muhalefet ise, kendi çaresizliklerini gizlemenin bir yolu olarak geleceğe değil de, bildiği gerçeklerden yola çıkarak geleceğe yönelik çözümler üretmeye çabalamaktadır. Bugünün Türk siyaseti çaresizlik içinde koskoca bir genç nüfusu, gelecekteki dünya ile hiçbir ilgisi olmayan, toplumu körü körüne bir tarafgirlik ile bölüp, kendilerine ait iktidar alanları yaratmayı amaçlayan, köhnemiş tarikat yapılarının eline bırakmakta bir beis görmemektedir. Geçmişte edindiğimiz değerlerle bugünü ve geleceği şekillendirmeye çalışmamalıyız.  Toplum, bu değerlendirmelerle ortaya konulacak çözüm önerilerinin dayandırılacağı “yeni değerlere” ihtiyaç duymaktadır. Siyasetçilerden beklenen, bu değerler özelinde topluma tereddütsüz liderlik etmeleridir.  Ama çok daha önemlisi, bu değerleri temsil edecek yeni bir nesil ile diyaloğa, onları anlamaya ihtiyaçları var. “Yeni fikirler yeni insanlarla gelişir” Akademide genelde usuldür. İleri yaştaki hocalar temel dersler verirler. Genç öğretim üyelerinden (özellikle doktorasını yeni almışlara) ise, daha çok yüksek lisans ve doktora düzeyindeki dersleri vermeleri istenir. Çünkü gençler yeni fikirlere daha aşinadır, günceldirler.  Geçmiş fikirlerin etkisinde kalmadan, daha özgür düşünebilirler. Farklılıkları daha kolay kabullenebilirler.  Oturmuş, artık alanında “norm” olmuş fikirleri içeren giriş düzeyindeki derslerin ise, daha yaşlı hocalar tarafından verilmesi tercih edilebilir.
Ancak görünen o ki, endüstri sonrası toplumun öne çıktığı yirmi birinci yüzyılda bu değerlerle iktisaden ayakta kalabilmek mümkün görünmüyor.
Sadece akademide mi? Elbette hayır… Toplum hayatında da durum budur. Cumhuriyetin kurucu kadrosuna bakın bunun için. Onların yetiştikleri döneme ve o yıllarda toplumda tartışılan Batılılaşma düşüncesi etrafında savunulan yeni değerlere… Osmanlı toplumu için birçok yeni fikir, toplumun geneli tarafından kabul görmese de, çağın fikirlerine, değerlerine açık gençler arasında kabul görmüş, daha sonra filizlenmiştir. Örneğin İttihat ve Terakki kadrolarının milli bir iktisat oluşturma görüşü, Batıdaki gelişmelerin kaynağında yer alan sanayileşmenin önemini idrak etmelerinin bir sonucudur. Elbette böyle bir amaç toplumsal düzeyde de ciddi bir dönüşümü gerekli kılmaktadır. Bu genç kadronun, Osmanlı ekonomisinin sanayileşmeyesine ve bunun için şirketleşmesine özel bir önem atfetmeleri bundandır. İttihatçı genç kadrolar bu yenilikleri toplumda kabul ettirebilmek için, onunla ciddi bir mücadele içine girmişlerdir. Ancak zamanın gençlerine ilham kaynağı olan bu düşünceler, sonraki yıllarda, Cumhuriyet döneminde uygulama imkânını bulmuşlardır. Yirminci yüzyılın başlarında sanayi toplumunun gerekleri olan yeni değerlerin yarattığı tartışmalar, Cumhuriyet döneminde büyük ölçüde sona ermiş ve genel bir toplumsal kabule dönüştürülmüş olsa bile, eski değerleri koruma çabaları (muhafazakârlık) günümüze kadar etkisini sürdürmüştür. Ancak görünen o ki, endüstri sonrası toplumun öne çıktığı yirmi birinci yüzyılda bu değerlerle iktisaden ayakta kalabilmek mümkün görünmüyor. Cumhuriyetin kurucu kadroları, Batılılaşmayı ülkenin kalkınmasının dayandırılacağı değerler silsilesinin bir göstergesi olarak toplumda yaygınlaştırırken, asırlık bir toplumun köhneleşmiş değerler sisteminin yerine konulacak yeni değerlerle toplumun karşısına çıkmışlardır. Geçmişten ve geleneklerinden kopmayı başaramayan kadroların bu dönemde etkinliği azalmıştır. Zira onların temsil ettiği geleneksel değerlerin yirminci yüzyıla uygun bir ekonomik modelin oluşturulmasını ve böyle bir model etrafında inşa edilecek yeni toplumsal düzenin de, “çağdaş” ülkelerle aynı ligde yer almasını sağlaması mümkün olmazdı.  Cumhuriyetin yirminci yüzyılın başlarında gerçekleştirdiği bu dönüşüm, Osmanlı toplumu içinde yeşermiş genç fikir ve değerlerin Cumhuriyet döneminde genç dimağlarda filizlenmesiyle oluşmuştur. Savaş sonrası Batının en önemli dönüşümün kaynağı da gençlerdir. Önceleri Fransa’da başlayan, ardından tüm dünyayı etkisi altına alan 1968 Gençlik Hareketleri savaş sonrası endüstriyel topluma ve onun köhneleşmiş değerler sistemine bir baş başkaldırıdır.  Kendi değerlerini kabul ettirmeyi bilmiş olan o günün gençleri, mevcut toplumsal düzenin de eleştirisini yaparak, ret ettikleri değerlere yenilerini öneriyorlardı.
Cumhuriyetin yirminci yüzyılın başlarında gerçekleştirdiği bu dönüşüm, Osmanlı toplumu içinde yeşermiş genç fikir ve değerlerin Cumhuriyet döneminde genç dimağlarda filizlenmesiyle oluşmuştur.
Batıda toplumsal maliyeti yüksek olmadan halledilen bu dönüşüm ihtiyacı, Türkiye gibi sanayileşmenin emekleme aşamasında olduğu bir ülkede, birçok acıya ve toplumsal maliyete neden oldu.  Soğuk Savaşın çetin şartları, Türkiye gibi savaşın en öndeki cephesi konumundaki bir ülkede eski değerlerin temsil ettiği siyasi anlayışlara son derecede elverişli bir araç sundu ve daha ilerici fikirlerin karşısındaki müesses nizam tarafından desteklendi. Bu mücadele Türk siyasetine dinamizm getirecek, yeni değerlerle birlikte siyasette dönüşüm sağlayacak olan bir neslin kırılıp, gitmesine neden oldu. Ülkenin geçmişle bağlarını zayıflatıp, geleceği inşa edebilmelerine imkân sağlayacak çabaları da engelledi. Bu aynı zamanda ülkemizin sanayileşmesini yavaşlatırken, sanayileşmenin doğurduğu toplumsal dönüşümün de arabesk bir nitelik kazanmasına yol açtı. Daha da önemlisi, sisteme uyum göstererek bu tahribattan kaçabilenler, temsil ettikleri değerlerle bugünlere kadar varlık gösterebildiler. Ancak bu değerler yabancısı olduğu geleceği inşa etmeye yetmemektedir. Bugün gençlik dogmaların hüküm sürdüğü bir dünyaya mahkûm edilmeye çalışılıyor. Geçmişte olduğu gibi, şimdi de gençliğin yitip gitmesinin önü açılıyor. Peki, ne için tüm bunlar? Mevcudu korumak, değişime direnmek için. Fakat geçmişte olduğu gibi bu direnişe boyun eğip, yitip gitmeye hazır bir gençlik yok. Uluslararası entegrasyonun yüksek olduğu bir dünyada, farkındalıkları yüksek, vasıf sahibi olan gençler kolayca ülke dışına çıkabilmektedirler. Vasıfsız olanlar ise ülkemizde yaratılmaya çalışılan çağdışı bir karanlığın içinde, dini ve siyasi dogmalara maruz kalmaya devam etmekte, çok daha önemlisi fakirliğe mahkûm edilmektedir.
Ülkenin geçmişle bağlarının zayıflayıp, geleceği inşa etmesine imkân sağlayacak çabaları da engellendi. Ülkemizin sanayileşmesi yavaşladı ve sanayileşmenin doğurduğu toplumsal dönüşümün de arabesk bir nitelik kazanmasına yol açtı.
Ülkemizin bu durumda karşı karşıya bulunduğu seçenekler son derecede açık ve net. Ya bugüne kadar büyük yatırımlar yaparak yetiştirdiğimiz nitelikli gençleri ekonomiye entegre edip, tüm toplum için zenginlik ve refah üretmelerinin önünü açacağız; ya da onları zamanın ruhunu yakalayamamış, dini ve siyasi dogmaların peşinde, ülke için zenginlik değil aksine ekonomik ve kültürel fakirlik üretecek araçlara dönüştüreceğiz. Tercihin ilk seçenek lehine yapılması, bugünün gençlerinin önünün açılmasını ve tüm toplum için zenginlik üretecek değerlerin kabul edilerek, toplumda yaygınlaştırılmasını zaruri kılacaktır. Daha özgür, daha eşitlikçi, daha adil, daha çoğulcu ve daha insani bir dünya yaratma yönünde değerlerdir bunlar.