Hem bir anne olarak, hem bir eğitimci olarak, “Bir velet öldü diye tarikatları kapatacak değiliz” diye açıklama yapan BBP MKYK Üyesi Ahmet Namık Akdoğan ile aynı düşünmem mümkün değil Çocuğunuzun toprağı soğumadan korumaya çalıştığınız zihniyetleri üzeceğim ama Mehmet Kara, ben de her gazeteci gibi bu haftaki yazımda Enes’i yazacağım. Yaşamanız gereken acınızı unutup bu yazıma belki erişim engeli getirecek belki de öfkeleneceksiniz ama ben Enesler ölmesin diye kendimi bu yazıyı yazma mecburiyetinde hissediyorum. Siz de kendinizi vicdan azabı çekme mecburiyetinde hissedebilirsiniz mesela. Henüz Antalya İlim ve Kültür Derneğine ait kaçak öğrenci yurdunda kalan ve aşçı İhsan Güney tarafından “Sen deccalsın” diye boğazı satırla kesilip öldürülen Mehmet Sami Tuğrul’un acısını unutamamışken bir de Enes’in intihar etmesi yürekleri dağladı. Hâl böyle olunca “tarikat ve cemaatler” sorunu yeniden gündeme geldi. “1925 yılında 677 sayılı kanun ile Tekke ve Zaviyeler kapatılmadı mı?” diye sorabilirsiniz, bunun cevabını yasal olarak “evet” diye de verebilirsiniz ama görünen o ki uygulamada pek öyle değil. Gencecik bir tıp öğrencisinin intiharında bile ideolojik ayrışmalar hat safhaya çıktı. Bu duruma karşı çıkanları ben daha objektif buluyorum. Çünkü binlerce tarikat ve cemaatin kontrol edilebilmesi mümkün değil. Eğitimi standart bir hale getirmek, kimsenin inancına saygısızlık değil aksine dini, kendi çıkarları için kullananlardan korumaktır. Bu durumu idrak edemeyen “Bir velet öldü diye tarikatları kapatacak değiliz” diye açıklama yapan BBP MKYK Üyesi Ahmet Namık Akdoğan ile hem bir anne olarak, hem bir eğitimci olarak aynı düşünmem mümkün değil yani. Prof. Dr. Esergül Balcı ve ekibi çok vahim bir rapor yayınladılar. Rapora göre; tarikat okullarındaki öğrenci sayısı 210 bin dolayında, tarikatlara bağlı özel yurtların kapasitesi 380 bin ve bu yurtlarda kalan öğrenci sayısı 225 bin. Verilen sayılar ciddiye alınması gereken sayılar… (manşetturkiye.com) Cumhuriyet Gazetesinden İpek Özbey’e konuşan Prof. Dr. Esergül Balcı’nın çarpıcı iddiaları bunlarla da sınırlı değil. Balcı; “Yaptığımız araştırmaya göre, Türkiye’de bir milyon civarında çocuğun tarikatların elinde olduğu sonucuna ulaştık. Çoğunluğu yoksul ailelerden geliyor. Çaresizler. Özellikle büyük şehirlerin varoşlarında yaşayan, kırsaldan gelen, dinsel ve geleneksel değerlerle çocuklarını koruyabileceğini zanneden ailelerin çocukları.” diyor. Bu röportajda beni en üzen sözcük ise “çaresizlik”. Hiçbir çocuk çaresizlikten dolayı bu yurtlarda veya okullarda bulunmak zorunda olmamalı. Her çocuk devlet güvencesi altında eğitimini sürdürmeli. Hatırlıyorum benim zamanımda liselere giriş sınavından sonra iyi puan alan çocukların etrafını cemaatler çevirirdi. O öğrencilere burslu okuma imkânı sağlarlar, harçlıklar verirler, yatılı okuma seçeneği tanırlardı. Özellikle aile çaresizse çocuğunun geleceğinin iyi olacağını düşünüp hemen kabul ederdi. Sonra yine onların üniversitesi yine onların yurtları ve onların şirketleri şeklinde fraktal bir yapıyla çocuğun hayatı devam ederdi. Üniversitede burs verirken de bu öğrencilere kâğıt imzalatılırdı. Mezun olunca onların iş yerlerinde çalışacağının taahhüdü alınırdı. Bir nevi eğitim senedi… Çocuğunu yurt dışında ya da çağdaş eğitim sistemiyle okutan varlıklı insanların cemaat savunması yapmasını ise en kibar dille “samimiyetsizlik” olarak yorumluyorum. İnancın kimsenin elinde kullanılmayacak kadar değerli bir olgu olduğunu ve eğitimdeki çıkarcı yapıların insanların inancını kullanmasına izin verilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Ne zaman rotayı karıştırsak yeni rota bize hep en doğru adresi yani Atatürk’ü gösteriyor. Bilimin ışığında hiçbir çocuğumuzu yitirmediğimiz, insanların inançlarını zorla değil özgürce yaşadıkları bir ülke olmak dileğiyle…