Sayın Kılıçdaroğlu’nun çıkışının evrensel bir seçim hakkını Türkiye’de yerleştirmeyi, yani örtülü örtüsüz tüm kadınların seçim ve ayrımcılıktan korunma hakkını korumayı amaçladığına inanıyorum. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun son başörtüsü ve kadınların seçim hakkına yasal güvence çıkışı.. CHP’nin bu yönde yasa tasarısı.. AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın konuyu aile kavramıyla bağlantılandıran ve CHP’nin yasa teklifine evet demeksizin bir anayasa değişikliğine çeken yanıtı.. Bu gelişmelerle ilgili çıkan tartışmalar ve özellikle Sayın Kılıçdaroğlu’na kendi tabanından gelen “zamanı mıydı?” “yanlış siyaset” ve “siyasetin ekseninin iktidar tarafından ekonomi gibi asıl meselelerden yine başörtüsü ve din gibi konulara çekilmesine alan açıyor” eleştirileri.. Tüm bu gelişmeler aşmamız gereken bir geçmişe dönüşü mü doğuracak? Yani önce AKP’nin iktidara gelmesinin zeminini yaratan ve eski ana akım siyasetin kendi kendini bitirdiği 1990’lara, sonra da AKP otoriterleşmesinin zeminini yaratan ve AKP’yi eleştiren muhalefetin sürekli yenildiği 2000’li yıllara ve 2010’lu yılların başlarına mı döneceğiz? Yoksa herkes için demokratik, sürdürülebilir şekilde büyüyen ve kalkınan, ve toplum olarak sadece bir kesimin değil tüm kesimlerin mağduriyetlerini görüp helâlleşmeye başladığımız bir geleceğe mi uzanacağız? Bence kafa yorulması ve herkesin bir vatandaş sorumluluğuyla eğri oturup doğru tartması gereken temel soru bu. Bu konularda her ettiğimiz sözle tüyü bitmemiş çocuklarımızın geleceklerini de şekillendiriyoruz. Sayın Kılıçdaroğlu’na gelen eleştirilerin önemli bir kısmı, aynı anda hem geçmişteki siyasal İslamcı ve kısmen liberal (haydi post-Kemalist diyelim) sistem eleştirilerinin, hem de bunlara karşı (çoğu CHP tarafından) üretilen laik sistem savunularının zaaflarını yansıtıyor düşüncesindeyim. Siyasal İslam’ın geçmişte kamudaki demokrasi ve laiklikle bağdaşmayan başörtüsü yasaklarını “başörtüsü özgürlüğü” temelinde savunması son derece sorunluydu. Çünkü salt kendisi veya belli bir kesim için hak istemek anlamına geliyordu. Oysa demokrasi ve adalet isteniyorsa başörtüsü değil “seçim özgürüğü” savunulmalıydı. İslami kesimin evrensel demokrasiye ve demokratikleşmeye en yaklaştığı zamanlar da, tam da başörtüsü hakkını evrensel bir zeminde savunduğu, yani başörtüsü özgürlüğünden değil “eğitim özgürlüğünden,” “eşitlikten,” evrensel haklardan bahsettiği zaman ve yerler oldu. Ancak maalesef akademik çalışmalarımda son on beş yıldır sürekli göstermeye, kamusal entellektüel çabalarımda da vurgulamaya çalıştığım üzere, siyasal İslam ve AKP bu evrensel yaklaşımı sadece söylemsel düzeyde benimseyebildi. İçselleştirmedi. Çünkü başörtülülerin sorunları kadar aynı anda örneğin Alevilerin ve Müslüman olmayanların eşit eğitim ve saygı hakkını samimiyetle “tanımıyorsanız”, yerine ve zamanına göre örtüsüz kadınların uğradıkları toplumsal ve siyasal baskılara ve ayrımcılıklara dudak büküyor ve yok sayıyorsanız, o zaman evrensel hak ve meşruiyet iddianız sadece lafta kalıyor demektir. İçi boş bir popülizmin ötesine geçemez. Gerçek anlamda evrensel bir yaklaşımı benimseyebilen, yani aynı koşulları taşıyan herkesin hakkını savunabilen tutarlı bir azınlığın da olduğunu vurgulayarak ve tenzih ederek söylüyorum. Ama şu soruyu da sormak gerekmiyor mu? Böyle içselleştirilmemiş ve popülist özellğe sahip, özgürlükçülük ve demokratiklik iddiasının (haydi diyelim postunun) altında muhteris bir hegemonya açlığından muzdarip bir siyasal hereketin bu kadar uzun süre iktidarda kalmasına ve gücü tekelinde toplamasına başta demoratik muhalefet Türkiye nasıl izin verdi? Bunda muhalefetin, muhalefet derken siyasal muhalefetin yanı sıra köşe yazarından kıraathanedeki amcaya ve otobüsteki teyzeye toplumsal muhalefetin hiç mi suçu yok? Tüm bu dönem boyunca bahsettiğim geniş anlamda “muhalefetin” de “başörtüsü savunusuna ve talebine” karşı “başörtüsü veya türban şüpheciliğini” hatta yer yer düşmanlığını aşan, yeterince evrensel bir yaklaşım geliştiremediğini söylemek ne yazık ki çok da haksız bir saptama olmayacak. Bunu son dönemki tartışmalarda da açıkça görüyoruz. Deniyor ki: “İran’da kadınlar başörtüsü dayatmasına baş kaldırırken bizdeki bu başörtüsüne sahip çıkmak çabası da ne?”
Siyasal İslam’ın geçmişte kamudaki demokrasi ve laiklikle bağdaşmayan başörtüsü yasaklarını “başörtüsü özgürlüğü” temelinde savunması son derece sorunluydu. Çünkü salt kendisi veya belli bir kesim için hak istemek anlamına geliyordu.
İyi ama İran’da kadınlar başını örten kadınlara mı baş kaldırıyor yoksa başörtüsünü dayatan ve örtmeyenleri cezalandıran yasakçı otoriter uygulamaları mı? Yani başörtüsüzlüğü mü savunuyor yoksa kadının seçme hakkını mı? Söz konusu eleştiri şu varsayımı içeriyor: İran’daki protestocu kadınlar başörtüsüne karşı. Bu şunu iddia etmeye benziyor: ABD’den Polonya’ya ve Türkiye’ye dünyada kürtaj hakkını savunan ve kürtaj hakkını kısıtlayan hükümetleri protesto eden kadınlar doğurmaya karşı. Oysa böyle bir şey yok. Kadınlar (plansız veya istenmeyen bir hamilelik durumunu da içeren) seçim hakkını savunuyor. Yani kendi bedenlerini ilgilendiren temel bir konuda kendi kararlarını verebilme hakkını. Zaten seçim hakkı yerine örneğin kürtaj zorunluluğunu savunuyor olsalardı tüm evrensel meşruiyetlerini kaybederlerdi. (Çok istisnai durumlar dışında) İsteyen kadının doğurmasını (hatta bu konuda gerekli desteğin sağlanmasını), isteyenin doğum kontrolü hakkı kapsamında planlı hamile olmasını, isteyenin de kanunla belirlenen koşullar çerçevesinde kürtaj hakkını kullanabilmesini, tüm kadınların bu seçimlerini bilinçli şekilde yapabilmesi için gerekli bilimsel bilgi, eğitim ve olanağa sahip olmasını savunuyorlar diye düşünüyorum. Aynı şekilde eğer İran’da kadınlar başörtüsüne karşı örtüsüzlüğü savunsa, yani sadece belli bir kesimin özgürlüğünü savunuyor olsalar meşruiyetlerini kaybedederler diye düşünüyorum. Tüm kadınların baskı altında kalmaksızın inandıkları ve beğendikleri giyimi (örtüyü) seçme hakkını savundukları oranda dünyaya ilham ve örnek oluyorlar. Kıssadan hisse: Giyim ve seçim hakkı başörtüsü özgürlüğü olarak savunulursa, buna karşı çıkanlar da başörtüsüne karşı çıkarlarsa veya başörtüsüzlüğü savunurlarsa, bir fersah ileri gidemeyiz diye düşünüyorum. Olduğumuz yerde saymaya devam ediyoruz demektir. Sayın Kılıçdaroğlu’nun çıkışının evrensel bir seçim hakkını Türkiye’de yerleştirmeyi, yani örtülü örtüsüz tüm kadınların seçim ve ayrımcılıktan korunma hakkını korumayı amaçladığına inanıyorum. Siyasetin eksenini de yeniden din ve laiklik gibi konulara çekmeye değil, tam tersine iktidarın bu konuları istismar etme silahını elinden almaya yönelik olduğunu düşünüyorum. Bu yolla da iktidarın kara propaganda ve korku siyasetiyle kilitlediği seçmenlerine, otoriter iktidara “Hayır” deyip muhalefeti seçme özgürlüğünü vermek istediğini. Tabii bu siyasetin başarılı olması için, atılan her olumlu adıma karşı iktidarın atacağı karşı adımları – örneğin anayasa önerisi ve konuyu aile ve medeni kanunla birleştirme niyeti – öngörüp A, B, C hatta Z planlarını önceden hazırlamak elzem. Ancak bu siyasetin -- haydi adına helâlleşme ve Türkiye’yi prangalarından kurtarıp özgürleştirme ve zenginleştirme siyaseti diyelim – başarılı olması için CHP’nin, Altılı Masa’nın ve Emek ve Özgürlük İttifakı’nın tabanlarının da hazırlanması, uyumu ve desteği şart. İktidarın korku siyaseti muhalefetin tabanından gelen bazı dar ve tek taraflı tepkiler sayesinde inandırıcılık kazanıyor. Dolayısıyla, başta sorduğum sorunun, bu gelişmelerle kısır bir geçmişe geri mi döneceğiz yoksa daha ümitvar bir geleceğe mi uzanacağız, sorusunun yanıtı toplum olarak bize bağlı. Bunun seçimini Türkiye olarak biz yapacağız. İyiyi ve doğruyu seçmek olanağı önümüzde duruyor. Uzanıp tutabilirsek çok daha güzel, huzurlu ve müreffeh güzel bir gelecek de önümüzde açılacak.