1970’li yıllarda yaşanan iki petrol krizi sonrası ortaya çıkan stgaflasyon, Keynesian değiş-tokuş görüşünün yanlış olduğu yönündeki Monetarist önermeleri ön plana çıkmasına neden oldu. Türkiye gibi o dönem borç krizine girmiş ülkelere dayatılan IMF-Dünya Bankası ortak yapısal uyum politikaları Monetarist görüşlerin uygulanmasına yönelikti. Bu politikalar başlıca üç temele dayanıyordu. -Merkez bankalarının bağımsızlığı, fiyat istikrarı sağlama görevinin dışına çıkılmaması -Sermaye hesabının serbestleşmesi -De-regülasyon politikaları yani piyasaların kuralsızlaştırılması, tüm piyasalarda fiyatların piyasa içinde oluşması önündeki engellerin kaldırılması Ücret-maaş artışlarının çapalanması, özelleştirmeler yolu ile kamunun ekonomideki ağırlığının azaltılması, sendikaların işlevsiz hale getirilmesi ve kamunun sosyal devlet rolünün terk edilmesi IMF-Dünya Bankası yapısal uyum politikalarının diğer önerileri arasındaydı. Yani maliye politikaları işlevsizdi ve istikrarlı büyüme ancak fiyat istikrarına odaklı para politikaları ile sağlanabilirdi. Çünkü Monetarist düşünce enflasyonu her koşularda parasal bir sorun olarak görüyordu, dolayısıyla merkez banklarına yükledikleri başlıca görev fiyat istikrarını sağlanması olmuştu. Merkez bankalarının bu görevi bağımsız olarak yürütmeleri isteniyordu. Bu düşünceye göre fiyat istikrarı aynı zamanda finansal istikrarın sağlanmasının da ön koşuluydu. Ancak gerek 1997 Asya krizi ve gerekse 2008 ABD finansal krizi fiyat istikrarının finansal istikrarın sağlamamasının garantisi olmadığını gözler önüne serdi. Aslında 90’lı yıllarda gelişmekte olan ülkelerin yaşadıkları finansal krizler kontrolsüz sermaye hareketlerinin (sermaye hesabının serbestleşmesinin) yanlışlığını ortaya koymuştu fakat merkez ülkeler derin finansal krize girmediğinden politika hatası olarak kabul edilmedi. Böylece 2008 finansal krizi merkez bankası politika çerçevesinde önemli bir değişikliği gündeme getirdi. Artık merkez bankaları fiyat istikrarı hedefinin yanında finansal istikrar görevini de üsteleneceklerdi. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) 2010 yılının 4. çeyreğinden itibaren politika çerçevesinde değişikliğe giderek fiyat istikrarı görevinin yanına finansal istikrar görevini de üstlenmiş oldu. Makro ihtiyati politika araçları bu amacın gerçekleşmesi için kullanılmaya başladı. Tüm bunlar geleneksel olmayan para politikasının bir parçası olarak uygulanmaya konmuş oldu. Örneğin rezerv opsiyon mekanizması kur istikrarının sağlanması ve TCMB rezervlerinin artırılması gibi iki amaca sahip geleneksel olmayan politika araçlarından biriydi. Ancak bir sorun vardı; Yabancı sermaye hareketleri girerken (in flows) etkili olduğu düşünülen bu araçlar 2016 yılından itibaren artış gösteren yabancı sermaye çıkışlarında (out-flows) işlevsiz kalmışları. 2017 yılında ekonomik darboğaz kredi garanti fonunun sağladığı imkânlar ve genişleyici maliye politikaları ile geçiştirilmiş olsa da kaçınılmaz olan kur krizi 2018 yılı Ağustos ayında karşımıza çıktı. Kur krizi, ekonomi politikalarına karşı güven sorunu yaratarak makro-finansal istikrarsızlığın artmasına yol açarken, diğer yandan yine bu istikrarsızlığın parçası olarak enflasyon –kur sarmalına girilmesine yol açmıştı (bu sarmalın devam ettiğini de belirtmek isterim). 2018 kur krizinin etkisi devam ederken Türkiye ekonomisi 2020 yılında küresel covid-19 salgın krizi ile karşı karşıya kaldı. Küresel salgın krizi, Türkiye ekonomisinin makro-finansal kırılganlığını artırırken politika açmazına da yol açtı. İşte fiyat istikrarı komitesi bu politika açmazının bir ürünüdür. Detaylandıralım. 2002 Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ile birlikte para politikasında önce örtük (2003-2005), sonra açık (2006-2019) enflasyon hedeflemesi stratejisi benimsendi. Enflasyon hedeflemesi, yukarıda özetlediğim Monetarist politikaların ana çerçevesini koruyan kurala dayalı (Taylor Kuralı) para politikası uygulamasıdır. Bu uygulama mali disiplini içermektedir yani maliye politikalarının ekonomi üzerindeki canlandırıcı etkisi dışlanmaktadır. Enflasyon hedefi olarak belirtilen orta vade hedef ücret-maaş artışlarının bu hedefe çapalanmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda gelir dağılımını bozucu, işsizliği artırıcıdır. Ayrıca enflasyon hedeflemesi stratejisi, vergi politikası hatalarının ve kamunun fiyatlama davranışlarının enflasyon üzerindeki etkilerini ihmal etmektedir. Oysa enflasyon ücret-kar çekişmesinin bir ürünüdür. Sendikaların zayıflığı monopolleşmeyi güçlendirirken kar enflasyonunun kapısını açmaktadır. Yani sanıldığının aksine ücret artışları değil aşırı kar iştahı enflasyonu beslemektedir. Diğer yandan enflasyonu besleyen en önemli nedenlerden biriside dolaylı vergilerin toplam içindeki ağırlığının fazla olmasıdır. Böyle olunca ekonominin daraldığı ve ithalatın azaldığı durgunluk dönemlerinde, özellikle küresel durgunluğun arttığı salgın döneminde azalan vergi gelirleri kamusal mallara daha fazla zam yapılmasına neden olarak enflasyonu beslemektedir. Dolayısıyla enflasyon hedeflemesi stratejisinin kendisi, enflasyon başarısızlığının önemli bir nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer yandan bu strateji içerisinde yapılan politika hataları; Özellikle 2017 yılından itibaren yaşanan gelir kayıpları karşısında finansal istikrar terk edilerek düşük faize dayalı ve kredi genişlemesine biçiminde uygulanan para politikası tedbirleri, hem 2018 yılında kur krizine hem de 2020 de kur atağına yol açarak ekonomik kırılganlığı yükseltmiştir. Söz konusu kur atakları yüksek enflasyonun nedeni haline gelmiş,  döviz kurunun hem maliyet hem de manşet enflasyona olan geçişkenliği artmıştır. Kurdaki istikrarsızlık, Türk Lirasının sürekli değer kaybetmesi TL’ye olan güveni azaltmış ve yabancı para mevduatların toplam içindeki payının %54 seviyesine çıkmasına yani dolarizasyona neden olmuştur. Dolarizasyonun varlığı etkin para politikası uygulaması için bir engel haline gelmiştir. Tüm bu koşullar altında ve enflasyon hedeflemesi stratejisinin uygulamaya geçtiği 2006 yılından itibaren yaşanan enflasyon başarısızlığı Türkiye’de enflasyon ataletini güçlendirmiştir. Yani TCMB beklentileri yönetebilmekte başarısız olmuştur. Peki, enflasyonun ana kök sorunları bu şekildeyken “Fiyat İstikrarı Komitesi” kimin için ne fayda sağlayacaktır. Öncelikle ne amaçla kurulduğuna göz atalım: Hazine ve Maliye Bakanı Sayın Lütfi Elvan fiyat istikrarı görevinin merkez bankasında (TCMB) olduğunu söyledi. Yani Monetarist/Ortodoks para politikası stratejinde bir değişikliğe gidilmeyeceğini ifade etmiş oldu. Ancak Sayın Elvan Fiyat İstikrarı Komitesinin arz şoklarının enflasyon üzerinde oluşturabileceği risklere karşı çözüm önerisi geliştireceğini belirterek, komitenin görevlerini özetle şu biçimde ortaya koymaktadır: “Para ve maliye politikaları arasındaki eşgüdümü gözetmek suretiyle fiyat istikrarını sağlamaya yönelik yapısal politika önerileri geliştirmek. Fiyat istikrarını tehdit eden riskleri izleyerek alınması gereken tedbirleri belirlemek ve ilgili kurum ve kuruluşlar tarafından uygulanmasını sağlamaya yönelik kararlar almak. Kamu tarafından belirlenen ya da yönlendirilen fiyatların, fiyat istikrarı odağında uygulanmasını sağlamaya yönelik kararlar almak” Benim bu ifadelerden anladığım fiyat istikrarı komitesi para politikasına değil maliye politikasına yönelik çözümler üretmek için oluşturulmuş bir yapıdır. Bu doğru bir uygulama olmakla birlikte yukarıdaki fiyat istikrarı görevinin TCMB’de olduğu söylemi ile tezat oluşturmaktadır. Çünkü bu uygulamanın başarısı enflasyon hedeflemesinin stratejisinin terk edilmesi, Ortodoks değil post Keynesian politikaların benimsenmesiyle sağlanabilir. Bu görüşümün nedenlerini haftaya yazacağım. Esen kalın.