Türkiye tüm XX. yüzyılı çağdaşlaşma mücadelesi ile geçirdi. Ülkemizde çoğunlukla siyasi tartışmalarda gündeme gelen çağdaşlaşma, aynı zamanda gelişmekte olan ülkeler için kalkınmanın ve toplumsal refah artışı arayışlarının da bir aracıdır. Açıkça ilan edilmese de, günümüz ekonomik sistemi içinde fonksiyonel bir anlamı kalmayan birtakım geleneksel değerleri muhafaza etmeye ve böylece çağdaş değerlerin hâkimiyetinin güçlenmesini engellemeye çalışmak, aslında toplumun refah taleplerinin önüne de engel koymak anlamına gelmektedir. Sanırım, ülkemizin XX. yüzyıl boyunca başaramadığı, toplumsal kalkınmanın önkoşullarından olan birtakım çağdaş değerlerin toplumumuzda bir türlü yaygınlaşıp, kurumsallaşamamasıdır. Her bir değerler sisteminin nasıl bir ekonomik düzen içinde anlam ifade edeceği, farklı değerler arasındaki mücadelenin en kilit noktasıdır.  Bugün ülkemizde, bir kesim tarafından hâkim kılınmaya çalışılan değerlerin genellikle geleneksel, tarıma dayalı ekonomik sistemlerde sürdürülebilirliği vardır. Geleneksel toplumlarda, insanın tarımsal üretim üzerindeki hâkimiyetinin zayıflığı, ister istemez toplumları doğanın belirsizliği içinde, kendi kontrolleri dışındaki birtakım güçlere dayanma ihtiyacı doğurmuş ve tüm değerler sistemi buna göre inşa edilmiştir.  Ancak bilimin gelişmesi, daha büyük hacimlerde üretime duyulan ihtiyaç zamanla sanayiye yönelişi zorunlu hale getirmiştir. Sanayi insanın, bilim ve teknoloji yoluyla doğaya daha çok hâkim olabilmesi ve doğadaki belirsizlikleri kontrol edebilmesi anlamına gelmektedir. İşte böyle bir ortamda insanların eski değerlere bağlı kalabilmesi zorlaşmaktadır. Bilim ve teknoloji, insanın kendisine olan güvenini arttırırken, toplum hayatında ve ekonomik faaliyetlerde de daha fazla görünürlük kazanmıştır. Geleneksel değerleri savunan, ama refah artışı sağlamanın da gerekliliğine inanmış bir kesim için bu bir açmaza işaret etmektedir. Bir yandan toplumun giderek artan refah taleplerine cevap verebilmek, diğer yandan bu talepleri karşılayabilecek boyutta değer üretemeyen bir üretim modelini, salt kendi değerlerini muhafaza edebilecek bir özelliği olduğu için toplumda hâkim kılabilmek. Böyle bir çabanın sürdürülebilirliği yoktur. Geleneksel üretim faaliyetlerinin sağladığı gelirlerdeki düşmeyle birlikte, kırsaldan (ve tabi tarımsal faaliyetlerden) hızlı bir şekilde kopuşlar başlar. Bu kopuşlar aslında farklı bir dünyaya, yaşam tarzlarına ve tabi farklı değerlere yönelik bir adım anlamına gelmektedir bu insanlar için.  Kentlere gelen, geleneksel değerlerle donanmış bu insanların ekonomiye entegrasyonları da zordur. Bir tarafta sahip oldukları vasıfların kentlerdeki üretim faaliyetlerine uygun olmaması, diğer yandan da sahip oldukları değerlerin onları yabancılaştırdığı bir kent kültürüyle baş edebilmek bu entegrasyonu zorlaştırmaktadır. Yeni değerlere yabancılıkları, onların kentlere de yabancılaşmalarına yol açmaktadır.  Hatta uyumda zorlananların bir noktadan sonra dışlanmalarıyla sonuçlanmaktadır bu süreç. Bazıları da, nafile bir çaba içine girerek kentlerde kendi kurallarına göre oluşturdukları bir eko sistem içinde, dünya ile çok fazla ilişkiye girmeyerek, ama kentlerin büyük piyasa imkânlarının sağladığı gelirlerden de yararlanarak varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. Böylece kendilerine ve değerlerine yabancı olmayan, içselleştirmiş oldukları değerleri en azından bir kuşak devam ettirebilmişlerdir.  Elbette bu notada siyasilerin onların iktisadi faaliyetleri ve değerlerinin yaşaması için kentlerde oluşturdukları imkânları göz ardı etmek mümkün değildir. ~*~ Günümüz toplumları için XX. yüzyılın tamamı, bir yanıyla sanayileşme yüzyılıdır.  Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin hepsi farklı aralıklarla da olsa bu süreç içine öyle ya da böyle girmiş veya girmeye çalışmışlardır. Bilim ve teknolojinin sağladığı verimlilik artışları toplumsal refah taleplerini karşılamaya imkân sağlarken, giderek sanayi faaliyetlerinde uzmanlaşan toplumlar doğa üzerinde daha çok hâkimiyet kazandıklarının farkına varmışlardır. Bu da bir yandan hayata ve yaşadıkları topluma ait değerlerin sorgulanmasına, diğer yandan yeni değerlerin doğuşuna yol açmıştır. Elbette bu faaliyetlere yönelik örgütlenmeyle birlikte toplumların yaşamları ve değer yargılarıyla ilgili değişiklikler de ülkelerin gündemine girmiştir. Türkiye gibi bazı ülkelerde ise sanayiye dayalı bir ekonominin yaratacağı bu tarz dönüşümlerden kaygı duyanlar, kendi değerlerini birtakım bahaneler ile muhafaza edebilmek için toplumsal dönüşümün önüne engeller çıkarmışlardır. Özellikle devletin ekonomi üzerindeki hâkimiyetini kendisi için bir avantaja dönüştürmeye çalışan bu kesim, devlet aygıtının yönetiminde uzun süre söz sahibi olmaya devam etmiştir. Ancak korumaya çalıştığı değerlerin toplumsal ve ekonomik gerçeklerle hiçbir ilişkisi kalmasa da, devletteki hâkimiyeti ile kendi değerlerini topluma zorla benimsetmeye çalışmıştır. Özellikle artan ekonomik sorunlara çare olamayan muhafazakâr kesimlerin geleneksel değerler etrafında oluşturdukları siyasi söylemler giderek işlevsiz, içi boş söylemler olarak görülmektedir. Bu hamaset söylemlerinin temsil ettiği değerlerin toplumun bugün karşılaştığı problemlere çözüm olmadığı her geçen gün daha iyi anlaşılmaya başlanmıştır. Peki, nereye kadar bu söylemler devam edecek? Bugünkü ekonomik gelişmelere bakılırsa, çok uzun zamanın kalmadığı aşikâr… Dünyada ortaya çıkan yeni ekonomik düzen ve bu düzenin üzerinde yükseldiği yeni değerler göz ardı edilerek, ekonomimizin mevcut yapısıyla toplumun refah taleplerini karşılayabilmek mümkün değildir.  Bunun en temel nedeni, geleneksel değerleri korumak için ekonomide ticaret, hizmetler gibi yerel nitelikte olan, dünya ile iletişime girmeyi gerektirmeyen faaliyetlere ihtiyaç duyulmasıdır. Günümüz Türkiye’sinde bunlar daha çok yerel düzeyde gelir yaratabilen faaliyetlerdir ve dövize bağımlılıkları dikkat çekici şekilde çok yüksektir. Ülkemizdeki muhafazakârlık, ekonomiyi her şeyiyle bir bütün olarak görmek yerine, bunlardan sadece kendi değerler manzumesine müsait olanları korumaya çalışma, öne çıkarma düşüncesine dayanır. Artık günümüz dünyasında bu anlayışın sürdürülebilirliği zorlaşmıştır. Muhafaza edeceğiniz değerler uğruna, bir yandan TL cinsinden gelir elde etmeyi ekonomide yaygınlaştırırken, diğer yandan da ekonominin döviz harcamalarını arttırabilmeniz ancak ve ancak dışarıdan döviz elde edebilmenize imkân yaratacak bir doğal kaynak ihracatçısı olmanızla mümkündür.  Bunun en güzel örneği Suudi Arabistan’dır. Türkiye gibi doğal kaynak fakiri olan bir ülkede, muhafazakâr değerlerin korunması ancak dışarıdan borçlanmayla gerçekleşebilir. Velhasıl, ülkemiz için geleneksel değerleri muhafaza etmenin toplumsal maliyeti artık çok artmıştır.  Ülke ekonomisine döviz geliri sağlayacak faaliyetlerin geliştirilmesi zaruri hale gelmiştir.  Bu zorunluluk yeni bir sanayileşme hamlesini ve bu hamleyi gerçekleştirecek yeni değerlerin oluşumunun önünün açılmasını gerekli kılmaktadır.  Toplumsal örgütlenmenin de bu yöndeki faaliyetleri destekler nitelikte olması zorunludur. Demokrasi, insan hakları, çoğulculuk, farklılıklara tahammül ve tabi çevre duyarlılığı yüksek bir toplumun inşası yeni sanayileşme yönünde atılacak olan adımlara rehberlik edecek değerlerdir.  Bugün Z-kuşağı olarak adlandırılan yeni nesil hâlihazırda bu değerlerden haberdar bir şekilde, yerele hapsolmayı değil, dünya ile bütünleşmeyi tercih etmişler bile. Bu nedenle XXI. yüzyılda toplumumuzun geçireceği dönüşümün, bir önceki çağdakinden daha hızlı olabilme ihtimali görülmektedir.