90’ların sonuna doğru dünyaya bir şey oldu. Ne olduğu üzerinde çok fazla kafa yormama karşılık hâlâ bir cevap bulmuş değilim. Özel bir komplo teorisi aramıyorum. Lâkin gerçekten de büyük bir illüzyon yıkıldı. Bugünlük yazı dizisine kısa bir ara verip aklımdakileri yazmak istedim. Gelecek hafta Mitos ve Logos meselesine devam ederiz. Matrix serisinin bugünlerde vizyona giren son filmi The Matrix Resurrections, 1999 yılında sinemalarda izlediğimiz ilk film olan The Matrix filmini aklıma getirdi. Film, kurgusu ve aksiyonuyla western türünden kung-fu ve samuray filmlerine kadar pek çok türün klasiklerine selam veren göndermeleri ve kolajlarıyla epey ses getirmişti. Ne yalan söyleyeyim, ben de izlediğimde böyle bir şey beklemiyordum. Özellikle filmin sonundaki Rage Against The Machine’in Wake Up şarkısı o dönem sadece gösteriş için etkilendiğimiz ve aforizmalarını kadınlarla ilişkide geliştirmek için kullandığımız içimizdeki Fransız post-yapısalcı anarşistleri bağrına basıyordu. Yine de sisteme karşı öfkeliydik ve biz öfkeli olanların derdini bir nebze olsun anlatıyor gibiydi. 90’ların sonuna doğru dünyaya bir şey oldu. Ne olduğu üzerinde çok fazla kafa yormama karşılık hâlâ bir cevap bulmuş değilim. Çünkü tüm sistemin bir illüzyon olduğunu anlatan tek film The Matrix değildi. Enteresan bir şekilde 1990’ların sonundan 2000’lerin ilk beş yılına kadar Vanilla Sky, Dark City, 13th Floor, Truman Show gibi Matrix benzeri temaları olan pek çok film yayınlandı. Dediğim gibi bunların ortak özelliği sadece temalarının ortak olması değil, tarihlerin de birbirine yakın olmasıydı. Özel bir komplo teorisi veya saklanan bir sır aramıyorum. O meseleye geleceğiz. Lâkin gerçekten de büyük bir illüzyon yıkıldı: 11 Eylül 2001’de babamla İstanbul’dan yola çıkıp akşamüstüne doğru Ayvalık’a gelmiştim. Babamla arabadan indiğimde bizi karşılayan kuzenim arabaya koştu ve “Argun ağabey, Amerika’ya saldırıyorlar” dedi. İçeri girip televizyonu açtığımda gördüğüm sahneler dehşet vericiydi ancak dehşet verici olduğu kadar dünyayı değiştireceğini tahmin etmem olanaksızdı. Felsefeyle ne ilgisi var? O soruya gelelim. FİLOZOFUN HIRKASI Bu bir sinema yazısı değil. Bu köşede amacım sinema analizi yapmak değil. Bu ciddi bir iştir ve ehline bırakılması gerekir. Zaten son filmi (The Matrix Resurrections’ı) de izlemedim. Mamafih, sinemadan paralel örnekler vererek açıklamaya devam edeceğim ki ne demek istediğim anlaşılsın. Bu yazıda çok az kitabi bilgi olacak. Biraz rahat olalım istiyorum. Her neyse; genelde sonradan çok kült olma eğilimine sahip filmleri yöneten John Carpenter’ın (aynı zamanda kendi filmlerinin müziklerini de yapmasıyla bilinirdi) They Live isimli bir filmi 1988 yılında vizyona girmişti. O yaşlarda küçük olduğum ve bu filmi sinemada göremediğim için birkaç sene sonra dönemin VHS teknolojisiyle izleme olanağına sahip olmuştum.
Ancak biz bunların bize anlatmak istediğiyle baş başaydık. Her zaman bunları değerlendirme imkânı olan bir boş alanımız, Spinoza’nın adını koyduğu şekliyle bir conatus’umuz vardı.
They Live, aslında dünyadaki bütün politik ve ticari gücü gizli bir şekilde elinde bulunduran ve var olan kapital sisteminin itaat ve tüketime dayalı altyapısını kullanan uzaylıları özel bir gözlük yardımıyla gören bir adamın hikâyesini anlatıyordu. Kesinlikle çarpıcıydı! Mesela Gucci reklamını gösteren bir tabelaya o gözlükle baktığınızda “tüket!” yazıyordu. Bir gazeteye gözlük ile baktığınızda gazetenin o tüm manşeti ve genel hattı yok oluyor sadece beyaz üzerine siyah harflerle “itaat et!” yazıyordu (PolitikYol’un böyle bir gazete olmadığına sizi temin edebilirim, o gözlükle baktım çünkü). Her günkü alışılagelmiş nefret nutuklarını atan bir politikacıya aynı gözlük ile baktığınızda korkutucu ve dehşetengiz, adeta derisi yüzülmüş gibi görülen ve sadece kas ve sinirlerden oluşan ve normal bir insana ait olması imkânsız bir yüz görüyordunuz. Evet, filozofun hırkasını çıkarıp attığı yerler vardır…Büyük filozof Erasmus Deliliğe Övgü’sünde filozofun delinin esvabını, filozofun melankolik hırkasına tercih ettiğini söyleyecektir. Bu da onlardan biri mi? Bilemiyorum. 2000’lerden sonra dünyada iki şey değişti:
  1. Gerçeklik algısının değişmesi.
  2. İkincisi de gerçekliğin değiştiğine dair algının değişmesi.
Ne demek istiyorum? Açacağım. They Live hep kült bir film olarak kaldı. Carpenter’ın ondan 6 sene önce çektiği The Thing gibi. Ancak biz bunların bize anlatmak istediğiyle baş başaydık. Her zaman bunları değerlendirme imkânı olan bir boş alanımız, Spinoza’nın adını koyduğu şekliyle bir conatus’umuz vardı. Bakın nostaljik bir mutluluk idesini göklere çıkarmıyorum. Demek istediğim bir başına olma, yalnız bırakılabilme, tek başına ayırdında olabilme hâli…Şu an internetin, sosyal medyanın vaktimizi çalmış olmasıyla da kıyaslamıyorum aslına bakarsanız. Kimsenin vakti bir diğerinden çok çok daha değerli değildir. Belki o zamanlar vaktimizi daha saçma sapan şeylerle harcıyor da olabilirdik.
Kastettiğim gerçeklikle ya da herhangi bir ontolojik ve epistemolojik krizle insanların karşı karşıya kaldığı yüzleşmenin şimdiye nazaran çok daha güçlü, çok daha derin olmasıydı.
Daha çok kastettiğim, gerçeklikle ya da herhangi bir ontolojik ve epistemolojik krizle insanların karşı karşıya kaldığı yüzleşmenin şimdiye nazaran çok daha güçlü, çok daha derin olmasıydı. Hepimiz ejderhaya karşı savaşan St. George, Dahhak’a karşı savaşan Feridun veya Medusa’ya karşı aynadan zırhını gösteren Perseus değildik elbette. Ama St. George, Feridun ve Perseus’un silahları vardı. Sanki o silahlar yavaş yavaş yok oluyor gibi… Matrix filminde bilgisayardan istek üzerine yüklenen milyarlarca raftan oluşan silah düzeneğini hatırlarsınız. Whoooosh! Efektiyle bir anda raflar sonsuzdan şimdiye geliyor ve kahramanlarımız Neo ve Trinity o silahlara hemen, hic et nunc kavuşabiliyorlardı. Biz onlara ne kadar hızlı kavuştuğumuzu fark ettiğimiz anda; whoosh! Silahlar ortadan kayboldu. Her yerde aracılarınız var. Pardon, aracılarımız var. Şu an They Live’in ne kadar esaslı bir film olduğunu size Slavoj Zizek anlatıyor. Matrix mi? Heyhat! Youtube’a girmeniz yeterli. Yüzlerce kişi Matrix ve benzeri filmlerin ve hatta derinlik açısından çok çok daha sığ Marvel filmlerinin (kötü değil sığ) saatlerce süren analizlerini anlatıyorlar, içinden çıkılmaz bir “sır“ çözüyorlar. Her yerde aracılarınız var. Pardon, aracılarımız var. FÜSUS Füsus cevher demek. İbn Arabi’nin kitabının adı Füsus Al-Hiqam yani Hikmetin Cevheri/Esası/Hakikati gibi anlamlara gelir. Bu kitap günümüzde de gizemini koruyan ve anlaşılması güç kitaplardan biridir. İbn Arabi Füsus’ta şöyle bir şey demişti: “O’nun hükmü bir mevtını içerip, diğerini dışlamak değildir Ve O, kendi hakikatiyle yaratılışta seyrini sürdürür, Kendini gözler önüne serdiğinde, akıllar Alışageldikleri aklî delillerle O’nu reddederler Ama gerçek akıl sahipleri, akıl hazretinde Ve “hayal” denilen şeyde, O’nu kabul ederler[1].” Muğlak hiçbir şey yok. Böyle “görünmesi” sizi kandırmamalı. Aklın huzurunda, hayalin kendisinde olan biten şeydir gerçeklik. İşte 2000’lerden sonra ortaya çıkan bu gerçeklik ile başka bir gerçekliğin kavgası olmaya başladı.
Aydınlananlar (!) ve aydınlanmayanlar. Filmlerin Youtube’da yayınlanan analizlerinden aydınlananlar, bu esnada artık yalan söylemeye bile gerek duymayan politikacılar hiçbir şeyden dolayı sizden saklanması gerekmeyen bir sistem.
Aydınlananlar (!) ve aydınlanmayanlar. Filmlerin Youtube’da yayınlanan analizlerinden aydınlananlar, bu esnada artık yalan söylemeye bile gerek duymayan politikacılar, aslında arkasında “itaat et!” yazmasına gerek olmayan ve üzerine bilcümle emir kipi neşredilmiş Tadelle çikolataları, hiçbir şeyden dolayı sizden saklanması gerekmeyen bir sistem…CIA bile Soğuk Savaş dönemi belgelerini -birkaçının üstünü çizip örterek- Internet’e koydu. Bir şey değişti mi? Elbette hayır. Zizek, David Lynch’in The Lost Highway’inden bu yana yolunu kaybetmiş bir felsefeci gibi yol gösteriyordu. Aslında ortada “sır” falan da kalmamıştı. Minerva’nın Baykuşu şarkılarını 2000’de Fukuyama ve Huntington ile söylemeye başlamıştı. Sisteme karşı sinirli bir avuç adam birkaç uçağı kaçırıp sistemin omurgasına sapladılar. Hepsi buydu. Daha da ötesi oldu; Türkiye’de enteresan çıkışlarıyla bilinen, zeki olduğu kadar da sivri bir entelektüelimiz olan Sevan Nişanyan ABD’nin Afganistan’ı terkiyle birlikte Taliban’ın yıllar sonra tekrar orada hükümet etmesini artık giderek çökmekte olan “Batı” rejimlerinin bir göstergesi olarak ilan etti. Her şey o kadar içli dışlıydı ki, bundan 50 yıl önce Maocu, ondan 10 sene sonra Stalinist, son yirmi otuz senesinde Kemalist ve son beş senesinde İhvancı olmaktan, içinde ne kadar zekâ taşıdığına emin olmadığımız Doğu Perinçek’un başı giderek döndü ve o da kendini Taliban’a karşı yakın hissetti. Burada eksen, ister istemez en karşı çıkanların bile içgüdüsel olarak bu karanlık dönem içerisinde tutmaya çalıştığı filin bacağı olan Batı düşüncesiydi. Herkes onu bir yerden tutup çekiştirirken, ekonomi analizlerinde artık temcit pilavına dönen sözde “anti-emperyalist” söylemler bir gün sonra tamamen uluslararası sıcak para akışına endeksli hale gelebiliyordu. Onlar doğrudan ortaya çıkmış olanı söylemeye başladılar; biz sizin istediğiniz yalanları söylüyoruz. Biz, siziz. Herkes yalan söylüyorsa sorun nerede? Artık her şey o kadar ortadaydı ki; dünya düz olabilirdi. Çünkü bu da saklanan bir gerçek değilse nedir ki? Ya da aşılar aslında bizi gizlice kontrol etmek için üretilen beynelmilel ve esrarlı bir politikanın sonucu olamaz mıydı? Hakikaten “alternatif” sağ neye bina etmişti söylemini? Hayır, ilk söylemi zaten açıktan açığa savunduğu Beyaz Üstüncülüğü, ırkçılık veya herkesin eşit olmadığı değil, bazı gerçeklerin bizden saklandığıydı. Sosyal medya ve Internet tam bir imtihan dünyasına bu şekilde dönüştü. Artık kimse yalan söylemiyordu. Gerek duymuyordu buna çünkü. Trump’ın, Putin’in, eski İsrail başbakanı Netanyahu’nun, Macaristan’ın popülist başbakanı Orbán’ın ya da Erdoğan’ın yalancı olduklarını iddia etmek en hafif tabiriyle aptallıktır artık. Onlar doğrudan ortaya çıkmış olanı söylemeye başladılar; biz sizin istediğiniz yalanları söylüyoruz. Biz, siziz. Herkes yalan söylüyorsa sorun nerede? SİMULAKRLAR VE SİMULASYONLAR Herkes işte böyle aydınlandı (!). Kendilerini, Through The Looking Glass’a bakarken bulmadılar. Doğrudan kendilerini temsil edenler tam karşılarındaydı ve onların ayna analizini yapmak için Zizek gibi şarlatanlarla ortalığı daha da karıştırdılar. Baudrillard, kitabının bir kopyasını Matrix filminde de gördüğümüz Simulakrlar ve Simulasyonlar adlı eserinde şöyle demişti: “Watergate bir skandal değildir. Kesinlikle değildir çünkü herkes onun bir skandal olmadığını gizlemeye çalışmaktadır.[2]” Ortada “saklanan” bir şey yoktu. İbn Arabi ve Derrida üzerine muhteşem bir karşılaştırmalı inceleme yazan Ian Almond, bu iki büyük düşünürün ortak noktasının aslında esrarın kendisinin esrarın olmadığı yönündeki tespitlerinin ortaklığından bahseder[3].
Herkes aydınlandı (!) ve kendilerini, Through The Looking Glass öyküsünde bulmadılar. Doğrudan kendilerini temsil edenler tam karşılarındaydı ve onların ayna analizini yapmak Zizek gibi şarlatanlara düştü.
Benzeri bir düşünceyi Wittgenstein da dile getirmiştir; “Nicht wie die Welt ist, ist das Mystische- sondern dass sie ist.”/Mistik olan dünyanın nasıl öyle olduğu değil, fakat olduğudur.[4]” Dünyamız birden bire herkesin her şeyin uzmanı olduğu ve o konuda aydınlandığı bir yer hâline geldi. Prensip olarak aydınlanma kavramına karşı olduğum için yazmadım bunları. Demek istediğim tam tersi bir durumun oluşmasıydı; ortada bir sır yokken çözülmesi gereken sırları arayanlar. Almond mezkûr kitapta Poe’nun meşhur “Çalınan Mektup” hikâyesinden örnek vermişti. Hatırlarsanız hikâye mektup istihbarata dair bir bilgiyi taşıdığı halde ortadan kaybolan bir mektubu anlatıyordu. Oysaki mektup kaybolmamış, masanın üstündeydi ve hikâye bu gizemi muhteşem bir şekilde anlatmaktaydı. Dünya bizi rahat ettirmek istiyor. Kendimizi akıllı hissettirmek istiyor. Olduğu gibi olanı görmek yerine olmayan şeylerde sır aramamızı istiyor. Seçim sizin. Haplarınızı ona göre alın. Gelecek hafta görüşmek dileğiyle. [1] Muhyiddin İbn Arabi, Fusûs El-Hikem, çev. Ersin Balcı. [2] Jean Baudrillard, Simulakrlar ve Simulasyon, Doğu-Batı Yayınları, çev. Oğuz Adanır, Ekim 2011, İstanbul, s.24 [3] Ian Almond, Ibn Arabi ve Derrida, çev. Kadir Filiz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2012, s.114-115. [4] Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico Philosophicus, Logisch-philosophische Abhandlung, Kegan Paul Edition,  p.6.44, s.110.