Milli Güvenlik Konseyinin beş generalinin iradesiyle son şeklini alan 1982 Anayasasının genel felsefesi, birkaç kavramla özetlenebilir. Bu Anayasa, otoriter, yasakçı ve vesayetçi bir içeriğe sahipti. 10 Aralık’ta BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin yayınlanmasının yıldönümü nedeniyle bu bildirinin içeriği ve hukukî statüsü hakkında bir yazı yayınlamış; müteakip yazımda ise Türkiye’nin insan hakları sorununun izlediği seyir hakkında bir yazı kaleme almayı planlamıştım. Ne var ki ülkemizin gündeminin her an yeni tartışmalara konu olması, öncelikle olağanüstü hal çağrısında bulunan çevrelere cevaben bir yazı yazmamı gerektirdi. O nedenle Türkiye’nin insan hakları alanında karşı karşıya kaldığı sorunlara ilişkin yazımı ertelemek mecburiyetinde kaldım. Bu yazımda Türkiye’de insan hakları alanında yapılan reformlara, bu reformlara rağmen bugün içinde olduğumuz sorunlara yer vereceğim. Türkiye’nin bugünkü insan hakları sorunlarının boyutlarını inceleyebilmek için öncelikle 12 Eylül 1980’de kurulan Milli Güvenlik Konseyi yönetiminin bize bıraktığı hukuk mirasına değinmek gerekiyor. Hatırlanacağı gibi 12 Eylül’de hükümet ve parlamentoyu feshederek Milli Güvenlik Konseyi yönetimini kuran askerî liderler, en kısa zamanda yeni bir anayasa yapma taahhüdünde bulundular. Bu taahhütleri doğrultusunda 29 Haziran 1981’de 2485 sayılı Kanunu yayınlayarak bir kurucu meclisin kurulmasını sağladılar ve bu kurucu meclis, yeni bir anayasa yanında Siyasi Partiler Kanunu ile Milletvekili Seçimi Kanunu gibi önemli kanunların yapımını da üstlendi. Üstelik Milli Güvenlik Konseyi yönetimi, Türkiye’nin bir kez daha askerî bir müdahaleyle karşılaşmasını önlemek amacıyla köklü bir hukukî ve siyasî yeniden yapılanma programını uygulamaya koyabilmek için yeni anayasa dışında altı yüze yakın kanun, yüze yakın kararname yayınlayarak Türkiye’ye kısa zamanda tasfiyesi pek de mümkün olmayan ağır bir otoriter miras bıraktı. Bu otoriter mirasın en önemli unsuru 1982 Anayasası olsa da sivil yönetime devredilen kanunların çok geniş bir alana yayıldığı; bu nedenle demokratikleşme reformlarının pek kolay gerçekleşmeyeceği açıktı. 1982 ANAYASASININ TEMEL FELSEFESİ Kurucu meclisin Danışma Meclisi kanadı tarafından hazırlanan, son şeklini ise Milli Güvenlik Konseyinin beş generalinin iradesiyle alan 1982 Anayasasının genel felsefesi, birkaç kavramla özetlenebilir. Bu Anayasa, otoriter, yasakçı ve vesayetçi bir içeriğe sahipti. Anayasa, çağdaş ve demokratik bir anayasa metninde olması gereken tüm hürriyetlere biçimsel olarak yer vermekle beraber bu hürriyetleri oldukça dar bir alana hapsetmişti. Anayasanın hürriyetleri düzenleyen hükümlerinde her hürriyet için çeşitli sınırlama nedenleri mevcut olduğu halde anayasa koyucu bunlarla yetinmeyerek 13. maddede bütün hürriyetler için geçerli olan sınırlama nedenlerine ve genel bir sınırlama formülüne yer vermişti. Üstelik temel hakların kötüye kullanılması yasağını düzenleyen 14. maddede gene bütün anayasal hürriyetler için uygulanabilir mahiyette ayrı bir sınırlama hükmüne yer verilmişti. Böylece 1982 Anayasasının ilk metni yönünden sınırlamaların asıl, hürriyetlerin tanınıp korunmasının istisna olduğu yasakçı bir düzen yaratılmıştı. Ne var ki Anayasanın bu yasakçı ve otoriter yapısı, 1987’den itibaren kabul edilen anayasa reformlarıyla göz ardı edilemeyecek ölçüde tasfiye edildi. Anayasaya ilk metnine kıyasla daha demokratik ve özgürlükçü bir içerik kazandırıldı.
1982 Anayasasının ilk metninde sınırlamaların asıl, hürriyetlerin istisna olduğu yasakçı bir düzen yaratılmıştı. Ne var ki Anayasanın bu yasakçı ve otoriter yapısı, 1987’den itibaren anayasa reformlarıyla tasfiye edildi.
DEMOKRATİKLEŞME YÖNÜNDEKİ ANAYASA REFORMLARI Anayasanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren gerek iç kamuoyunda gerekse uluslararası kamuoyunda Türkiye’nin köklü demokratikleşme reformlarına ihtiyacı olduğu vurgulanmaktaydı. Bu talepler, ilk meyvesini 1987’de verdi. Anayasanın geçici 4. maddesinin 12 Eylül öncesindeki siyasetçiler için getirdiği 5 ve 10 yıllık siyaset yasakları referanduma sunulmak suretiyle ilga edildi. Böylece siyasetten yasaklanan Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş ve Necmettin Erbakan gibi liderler, siyaset arenasına geri dönerek gölge liderler eşliğindeki Doğru Yol Partisi, Demokratik Sol Parti, Milliyetçi Çalışma Partisi (sonradan MHP adını aldı) ve Refah Partisi’nin başına geçebildiler. 1993’te Anayasanın 133. maddesinin radyo ve televizyon istasyonları üzerinde tekel oluşturan hükmü değiştirilerek özel radyo ve televizyon istasyonlarının kurulmasına imkân tanındı. Bu, demokrasinin önemli unsurlarından biri olan halkın farklı haber kaynaklarına ulaşması, böylece gerçek bilgileri edinebilmesi bakımından önemli bir reformdu. Bu reformun ardından kısa zamanda çok sayıda özel radyo ve televizyon istasyonu kurularak yıllarca TRT’nin hâkimiyetinde olan halkı bilgilendirme yetkisi sona ermiş oldu. 1995’te TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un çabalarıyla kurulan uzlaşma komisyonu, çalışmalarını tamamlayarak Anayasanın pek çok hükmünde yer alan yasakların ilgasını sağladı. Bu çerçevede Anayasanın siyasî partilerle dernekler ve sendikaların işbirliğini yasaklayan düzenlemeleri ilga edildi. Siyasî partilerin kadın ve gençlik kolları gibi yan kuruluşlar oluşturmalarına, yurtdışında örgütlenmelerine olanak tanındı. Üniversite öğretim üyelerinin ve öğrencilerinin siyasî partilere üye olmaları sağlandı. Buna ek olarak, siyasî partilerin kapatılmasını güçleştirmek amacıyla Anayasanın 68 ve 69. maddelerinde değişiklikler yapıldı.
1995’te TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un çabalarıyla kurulan uzlaşma komisyonu, çalışmalarını tamamlayarak Anayasanın pek çok hükmünde yer alan yasakların ilgasını sağladı.
Nihayet siyasî partilerin kapatılmasının fer’i sonuçları da nispeten yumuşatıldı. Böylece kapatılan bir siyasî partinin Meclisteki tüm milletvekillerinin milletvekilliği statüsünün düşeceği hükmü ilga edilerek sadece beyan ve eylemleriyle kapatma kararına yol açan milletvekillerinin milletvekilliği statüsünün düşeceği kabul edildi (m. 84). Bundan başka 69. maddenin içerdiği siyaset yasağı, beş yıla indirilerek bir siyasî partinin kapatılmasına, beyan ve eylemleriyle sebep olan üyelerinin bu yasak kapsamında olduğu hükme bağlandı.
O tarihlerde Avrupa hukukuna uyumu sağlamayı hedefleyen Türkiye için Devlet Güvenlik Mahkemelerinin karma yapısı, önemli bir sorundu. 1999’da sivilleştirilen Devlet Güvenlik Mahkemeleri, 2004 Anayasa değişikliğiyle de ilga edildi.
12 Mart ara rejiminde kurulan ve 1982 Anayasasıyla da muhafaza edilen Devlet Güvenlik Mahkemeleri 1999’da sivilleştirildi. Hatırlanacağı gibi Devlet Güvenlik Mahkemeleri, asker ve sivil hâkim ve savcıların yer aldığı, devletin güvenliği aleyhine işlenen suçları yargılamaya yetkili mahkemelerdi. Bu yönüyle Devlet Güvenlik Mahkemelerinin verdiği kararlar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinin düzenlediği adil yargılanma hakkına aykırılık oluşturmaktaydı. O tarihlerde Avrupa hukukuna uyumu sağlamayı hedefleyen Türkiye için Devlet Güvenlik Mahkemelerinin karma yapısı, önemli bir sorun oluşturmaktaydı. Bu nedenle 1999’da Devlet Güvenlik Mahkemeleri sivilleştirildi, 2004 Anayasa değişikliğiyle de ilga edildi. 2001 değişikliği de tıpkı 1995 değişikliği gibi TBMM’deki siyasî partilerin uzlaşmasıyla hazırlandı ve kabul edildi. Bu değişikliğin öncülüğünü, Türkiye’nin hukuk sistemini Avrupa hukukuyla uyumlu kılmayı hedefleyen Bülent Ecevit başbakanlığındaki DSP-ANAP-MHP koalisyonu gerçekleştirdi. 2001 Anayasa değişikliği, Anayasanın tüm özgürlükleri genel bir sınırlama rejimine tâbi kılan 13. maddesini genel koruma maddesine dönüştürdü. Maddenin yeni metni, özgürlüklerin sınırlanmasında ölçülülük ilkesine, öze dokunma yasağına, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine uyulması gerektiğini ve sınırlamaların her özgürlüğü düzenleyen ilgili anayasa maddesindeki sebeplerle yapılabileceğini hükme bağlıyordu.
2001 değişikliği, Anayasanın 14. Maddesindeki kötüye kullanma yasağını, bu yasağın evrensel tanımına uyumlaştırdı. Önceleri tüm anayasal hürriyetler için ek bir sınırlama formülü içeren 14. madde, anayasal özgürlüklere güvence sağladı.
Bundan başka 2001 değişikliği, Anayasanın 14. maddesinin içerdiği kötüye kullanma yasağını, bu yasağın evrensel tanımına uyumlu hale getirdi. Bu sayede evvelce tüm anayasal hürriyetler için ek bir sınırlama formülü içeren 14. madde, anayasal özgürlüklere güvence sağlayan bir içeriğe kavuştu. Öte yandan 2001 Anayasa değişikliği, Anayasanın geçici 15. maddesinin 3. fıkrasında yer alan Milli Güvenlik Konseyi yönetimince kabul edilen hukukî tasarruflara tanınan yargı bağışıklığını ilga etti. Böylece altı yüze yakın kanun ve yüze yakın kararnamenin Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesine olanak tanındı.
Dahası 2001 değişikliği, siyasî partilerin hangi fiilleri nedeniyle anayasaya aykırılığın odağı haline gelmiş sayılacağını, Anayasanın 69. maddesine eklediği bir hükümle sarih hale getirdi.
Dahası 2001 değişikliği, siyasî partilerin hangi fiilleri nedeniyle anayasaya aykırılığın odağı haline gelmiş sayılacağını, Anayasanın 69. maddesine eklediği bir hükümle sarih hale getirdi. Bu, Anayasa Mahkemesi’nin kapatma talebiyle açılan davalarda otomatik olarak kapatmaya hükmetmesini güçleştirmekteydi. Üstelik aynı değişiklikle kapatma yaptırımı dışında hazine yardımından kısmen veya tamamen mahrum kılma şeklinde yeni bir müeyyide de öngörülerek Yüksek Mahkemenin nispeten düşük düzeyli anayasaya aykırılık hallerinde kapatma dışında bir karar vermesine imkân tanındı. Nihayet 2001 değişikliği, Anayasanın 149. maddesini değiştirerek kapatma kararlarının ancak Anayasa Mahkemesi üyelerinin beşte üçü tarafından verilebileceğini hükme bağladı. Böylece kapatma kararlarının verilmesi, nispeten güçleştirildi. Buna ek olarak 2001 değişikliği, Anayasanın 38. maddesine eklediği hükümle ölüm cezalarını üç istisna ile sınırladı. Bunlar, savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleriydi. 2004 değişikliğiyle bu hüküm de ilga edilerek ölüm cezaları, pozitif hukukumuzdan tasfiye edildi. Nihayet 2001 değişikliği, Milli Güvenlik Kurulunun üye kompozisyonunu değiştirerek sivil üyelerin kurulda çoğunluk oluşturmasını sağladı. Buna ek olarak, kurul kararlarının hükümetler üzerinde bağlayıcı olmasına son vererek bu kararlara istişarî bir nitelik kazandırdı.
2004 değişikliği ise özgürlüklerin alanını genişletmekle birlikte sivilleşmeye yönelik yeniliklerdi. Bu değişikliğin en önemli yanı, temel hak ve hürriyetlere ilişkin milletlerarası sözleşmelerin hukukî statüsünü güçlendirmekti.
2004 değişikliği ise özgürlüklerin alanını genişletmek yanında sivilleşmeye yönelik yenilikler de içeriyordu. Bu değişikliğin özgürlükler yönünden en önemli yanı, temel hak ve hürriyetlere ilişkin milletlerarası sözleşmelerin hukukî statüsünü güçlendirmek oldu. Böylece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi dâhil olmak üzere Türkiye’nin taraf olduğu temel hak ve hürriyetlere ilişkin milletlerarası sözleşmeler, kanunların üzerinde bir statüye yükselerek özgürlük alanları otomatik olarak genişliyordu. Burada hatırlanması gereken bir başka yenilik ise 1987’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının tanınmış olması, 1989’da ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarının bağlayıcılığının kabul edilmesiydi. Bütün bu reformlar, şüpheye yer bırakmayacak biçimde Türkiye’nin Avrupa hukukuyla bütünleşmekte olduğunu gösteriyordu. 2004 değişikliği, aynı zamanda Genelkurmay Başkanlığının Yükseköğretim Kurulu’na üye seçme yetkisini ilga etmek, Türk Silahlı Kuvvetlerini Sayıştay denetimine tâbi kılmak suretiyle sivilleşme adımlarını da hızlandırdı. Böylece Ekim 2004’te yayınlanan ilerleme raporunda Türkiye’de yapılan anayasal ve yasal reformların, Kopenhag siyasî kriterlerini yeterince karşıladığı ifade edildi. Nihayet 17 Aralık 2004’te Brüksel’de toplanan zirvede Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik müzakerelerine başlayabileceği karara bağlandı.
Burada hatırlanması gereken bir başka yenilik ise 1987’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının tanınmış olması, 1989’da ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarının bağlayıcılığının kabul edilmesiydi.
2010 Anayasa değişikliğiyle Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı tanındı. 30 Mart 2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun yürürlüğe girmesini takiben 23 Eylül 2012’den itibaren Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuruları incelemeye başladı ve ilk yıllarda anayasal hakların korunmasını sağlayan çok önemli kararlara imza atmayı başardı.
Bütün bu anayasal reformlar, 1982 Anayasasının otoriter ve yasakçı ruhunu önemli ölçüde tasfiye ederken Türkiye’de anayasal hakların alanını Avrupa standartlarına yaklaştırmış oldu.
Bütün bu anayasal reformlar, 1982 Anayasasının otoriter ve yasakçı ruhunu önemli ölçüde tasfiye ederken Türkiye’de anayasal hakların alanını Avrupa standartlarına yaklaştırmış oldu. Ne var ki Avrupa Birliği ile yürütülen ilişkilerin beklenen hızla ilerlememesi, demokratikleşme reformlarını sona erdirdi. Dahası, ilerleyen yıllarda ortaya çıkan bazı gelişmeler, Türkiye’nin hukuk devletinden ve demokrasi değerlerinden tedricen uzaklaşmasına yol açtı. Türkiye’nin 1987’den 2010’a kadar devam eden demokratikleşme reformlarından uzaklaşarak otoriterleşmeye sürüklenmesindeki olaylara müteakip yazımda değineceğim.