Seçim sonrası muhtemel fetret döneminin sorusu şudur: Geçiş dönemi AKP öncesi sistemin restorasyonu mu olacak, yoksa yeni elitlerin öne çıktığı, yeni bir siyasal sistemin, kültürün ve kalkınma modelinin yükselişine mi tanık olacağız? Bugünkü asıl yazımın konusuyla ilgisi çok dolaylı görülebilir ama son haftalarda milliyetçilik üzerine yazdığım için, Yavuz Ağıralioğlu’nun son “Müslüman olmayana Türk, Kürt, insan demiyoruz” ifadeleri hakkında iki saptama yapmak isterim. Birincisi, bu sözler nefret söylemi içeriyor. Farklı bir milliyetçilik ve milli kimlik tanımı yapmak, benimsemek ifade özgürlüğü kapsamındadır. Eleştirebiliriz ama söylenmesin diyemeyiz. Ama söz konusu ifadede nefret söylemi var ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez. Bir insanı “insan kabul etmiyoruz” demek kime yönelirse yönelsin nefret söylemi. Demokrasi bir yana, herhangi bir beraber yaşama iradesi olan medeni ülkede mutlaka yaptırımı olması gerekir.
Yavuz Ağıralioğlu’nun “Müslüman olmayana Türk, Kürt, insan demiyoruz” ifadesi nefret söylemi içeriyor ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez.
İkincisi, Türkiye’de mukaddesatçı ve/veya etnik Türklük ve milliyetçilik tanımları olmuş ve olmaya devam edecek. İfade özgürlüğü kişinin kendi kimliğini ve milliyetini inandığı şekilde tanımlama hakkını içeriyor. Nefret söylemi ve fiziksel şiddet içermediği ve anayasayı kabul ettiği sürece dini ve etnik milliyetçilik de demokratik özgürlükler kapsamında ele alınabilir ve kabul edilebilir. Ancak hukuki kabul başka siyasal kabul (ki buna medeni kabul de eklenebilir) başka. Biri hukuki hak. Siyasal kabul ise iktidara ve yönetime dahil olmak veya müdahil olmak ve toplumu temsil etmek iddiasıyla ilgili. Medeni kabul de bir toplumun bir arada yaşamasını sağlayan temel kurallar ve değerlerle ilgili. Dolayısıyla iktidar olmak ve yönetmek iddiası olan tüm siyasetlerin, ve bu bağlamda eğer gerçekten ülkeye demokrasi, huzur ve refah vaat ediyorsa muhalefet, bu sözlerin: (sadece içerdiği nefret söyleminden değil) yansıttığı milliyetçilik anlayışından kendini mutlaka ayrıştırmalı kanaatindeyim. Çünkü ne mukaddesatçı ve İslamcı ne de etnik milliyetçilik ülkeyi hayırlı ve demokratik yoldan yönetebilir. Hem demokrasi hem de gerçek kalkınma mutlaka ülkenin tümünü ve tüm vatandaşları kapsamayı ve kucaklamayı gerektiriyor. Mukaddesatçı, İslamcı ve etnik milliyetçiliklerin bunu yapması mümkün değil. Mukaddesatçı ve İslamcı milliyetçi iseniz Müslüman olmayanları ve sizin inandığınız gibi Müslüman olmayanları; etnik milliyetçiyseniz ise etnisitesi (kökeni) Türk olmayanları kapsamanız mümkün değil. Dolayısıyla geleceğin Türkiye’sinde bu tür anlayışlar ön planda olur, iktidar kürsülerinde, televizyon kanallarında zaman zaman da olsa boy gösterir, sosyal medyadaki kutuplaşmaların kışkırtıcısı olursa bir karış ileriye gidemeyiz. İfade özgürlüğü olabilir ama merkez siyaset tarafından ama’sız ve acaba’sız dışlanmak zorunda. Tabii aynı ilkeler başka ideoloji ve kimlikler için de geçerli olmalı. Şimdi buradan izninizle bugünkü konuma gelmek istiyorum. Önümüzdeki seçimler ve sonrasında yaşanması muhtemel fetret (interregnum) döneminin temel sorusu şu: Bu geçiş dönemindeki değişimin sonucu: Büyük ölçüde AKP-öncesi yönetici siyasal elitlerin, siyasal sistemin, kültürün ve kalkınma modelinin geri gelmesi (restorasyon) mi olacak? Yoksa yeni toplumsal kesimlerden beslenen yeni yönetici siyasal elitlerin de öne çıktığı, yeni bir siyasal sistemin, kültürün ve kalkınma modelinin yükselişine mi tanık olacağız? Altılı Masa ile muhalefet iktidarı değiştirecek ve bir geçiş döneminde önemli demokratik reformlar yapabilecek kapasiteye ulaşmış gözüküyor. Daha kapsamlı bir değişimin koşullarını hazırlayacak böyle bir geçiş dönemi yaşanması zorunlu. Ancak geçiş döneminde yukarıdaki ikinci anlamda bir “yeni”yi hayata geçirmek zaman ve siyasal dengeler açısından kolay olmayabilir. Başarılabilirse amenna; ama şu ana dek muhalefetin üretebildiği kapasite ve uzlaşma buna yetmeyebilir. Sistem değişimi, devleti ayağa kaldırmak ve acil ekonomik önlemleri kotarmak yeterince zor ve önemli reformlar. Oysa gerek ülke gerçekleri ve ihtiyaçları gerekse de dünya konjonktürü ikinci tarz bir değişimi zorunlu kılıyor ve bunu hayata geçirebilecek bir siyasete başarı vaat ediyor.
Yeni siyasetin temelleri bugünden ve fetret döneminde atılabilir ama tam olarak hayata geçmesi, normal siyaset döneminde tamamlanacak.
Yeni siyasetin temelleri bugünden ve fetret döneminde atılabilir ama tam olarak hayata geçmesi, muhtemelen fetret döneminde inşa edilecek normal siyaset döneminde tamamlanacak. Bunu başarabilmek de son yirmi yılda yaşadığımız “yeni otoriterleşme”nin toplumsal tabanını ve fikriyatını doğru analiz etmekten geçiyor. Türkiye’nin son yirmi yılda yaşadığı “yeni otoriterleşme” ve kutuplaşmanın arkasında gerçek toplumsal talep ve ihtiyaçlardan beslenen iki farklı toplum projesi olduğunu görmek elzem. Bu, hem kutuplaşmayı aşmak ve daha iyi bir Türkiye inşa etmek, hem de bunu başaracak bir siyaseti iktidara getirip iktidarda kalmasını sağlayacak politikaları tasarlamak için çok önemli. Son yirmi yıldır Türkiye’yi yöneten siyasal aklın dört önemli sınıfsal ve maddi tabana dayandığını, başarısını birbirinden oldukça farklı bu dört tabanı aynı platformda birleştirebilen siyasal projelere borçlu olduğunu söylemek mümkün:
  1. Yeni şehirleşen, büyük ölçüde vasıfsız toplumsal kesimlerin maddi ve manevi ihtiyaçları ve öncelikleri (tüketim, konut, sağlık, eğlence, altyapı, özgüven, kimlik ve özgürlük/serbestlik)
  2. Yeni ticari ve endüstriyel burjuvazi
  3. Eski ticari ve endüstriyel burjuvazi
  4. Küresel düzeyde finansal, endüstriyel, ticari ve kültğrel küreselleşmeyi destekleyen ve yararlanan devletler ve toplumsal sınıflar
  5. Kürtler, Müslüman olmayanlar ve başka Cumhuriyet tarafından dışlanmışlık hissetmiş kesimler
AKP’nin bu dört tabanı üç siyasetle birleştirebildiğini söyleyebiliriz:
  • Dış ticaret ve yatırımlarda: neoliberal küresel ekonomiyle entegrasyona yönelik politikalar. İçeride ise himayeci (ahbap-çavuş) kapitalizm, özelleştirme, inşaat, ucuz döviz ve tüketime dayalı bir büyüme modeli
  • Siyasal rejimde ılımlı İslam, kademeli “yeni-otoriterleşme” ve kurucu Cumhuriyet ideolojisinin revizyonuna/tasfiyesine yönelik politikalar
  • Çok kutuplulaşan dünyada bir yandan uluslararası ittifaklarda aktif rol oynarken bir yandan da norm çözücü bölgesel güç olmaya yönelik, iddialı-atılgan dış politika ve yeni milliyetçilik
Muhalefet uzun zaman laiklik, üniter devlet ve Cumhuriyet savunusu yaptı. Ve belirli kesimlerle diyalog kuramadı. Çünkü o kesimler, bu projeleri yönetenlerin uygulamalarından muztaripti.
Buna karşılık muhalefet uzun zaman laiklik, üniter devlet ve Cumhuriyet savunusu, sonra da yolsuzluk ve otoriterleşme eleştirisi üzerinden siyaset yaptı ve yukarıdaki kesimlerle diyalog kuramadı. Çünkü yukarıdaki kesimlerin önemli bölümü laiklik ve Cumhuriyet’e karşı olmaktan çok bu projeleri yönetenlerce dışlanmışlık ve (haklı veya haksız) çarpık gördüğü uygulamalardan muztaripti. Yolsuzluklar ve otoriterleşme konusunda ise: ABD’den Macaristan’a ve Türkiye’ye kutuplaşmış toplumlarda insanların kendi temsilcilerinin yanlışlarını – onaylamasalar bile – görmemek, görmek istememek veya “ama karşı taraf iktidara gelirse daha kötü olur” hissiyatıyla tolere etmek eğiliminde olduklarını biliyoruz. Kendi mahallelerinden biri ifşa ettiğinde inanabilse de “karşı mahalle” ifşa ettiğinde inanmadıklarını biliyoruz. Dolayısıyla yolsuzluk ve hukuksuzlukları ifşa etmek kutuplaşmış siyasette yeterince meyve vermiyor. Ama bundan “halk yolsuzluk ve hukuksuzluklara kayıtsız” sonucunu da çıkarmamak gerekiyor. Öte yandan muhalefetin eski siyaseti, söz konusu kesimlerin somut maddi ve duygusal ihtiyaçlarına bir yanıt sunmuyordu. Ama içinde bulunduğumuz dönemde muhalefet partileri büyük ölçüde tüm bunları anlamış ve yeni bir siyasetin pratiğini, doktrinini ve söylemini kurmaya çalışıyor. Önümüzdeki yazılarda bu yeni siyasetin unsurlarını tartışmaya devam edeceğim.