Son derecede modası geçmiş, sadece siyasi endişeler taşıyan ve ülkeyi yirminci yüzyılın koşullarına ve üretim tarzına mahkûm eden bir yerlilik ve millilik vizyonu ülkenin kurumsal yapısının da dış alemden izole olmasına yol açmaktadır. Geçen hafta ana muhalefet partisi dünyadaki gelişimlere bakışını özetleyen vizyonunu açıkladı. Sınırlı düzeyde de olsa bir heyecan yarattığını itiraf edeyim. Bizim bilmediğimizi değil de gördüklerimizi, ama siyasilerce çok uzun zaman görülmek istenmeyenleri dile getirdikleri için yaşandı bu heyecan. Yoksa yenidünya ekonomisinde bize bir yer, yeni bir rol tanımlayabildiği için değil. Türkiye ekonomisinin yenidünyaya nasıl eklemleneceği konusu hâlâ belirsizliğini koruyor. Neticede siyaset yapmanın harareti siyasilerde körlüğe neden olabiliyor. Bir de biriken sorunların altında ezilmeleri Türkiye ekonomisinin uzun dönemli sorunlarına yönelmelerinde yük oluyor. Hem siyasilerin hem de toplumun acil çözüm gerektiren sorunlara odaklanmasına mâni oluyor. Tabi sorabilirsiniz, böyle bir ekonomide uzun vadeyi konu edinen bir vizyon belgesinin hazırlanması manalı mıdır diye. Bu sorunun muhatabı muhalefet kadar iktidardır aynı zamanda. Bakmayın iktidarın “dünyayı dize getirmeyi” arzulayan söylemlerine. Bunun temelinde yirminci yüzyılın “milliyetçi” düşüncelerinin yer aldığı çok açık. Bu fikir zaten kendi fonksiyonunu yirminci yüzyılda ülkenin” sanayileşme” gayretlerinden toplum nezdinde sonuç alabilmek için kullanıldı. Büyük ölçüde de bu rol bitti. Dolayısıyla yirmi birinci yüzyıldaki kendi ekonomik konumumuzu tanımlamakta bu düşüncenin yeri yok. Ancak ülkemizde bu tarz söylemlerin siyasetçilerimiz için çekiciliği oldukça yüksek. Bugün siyasetimizde eksikliğini çektiğimiz, siyasilerimizin hâlâ bu tekilci, ülkemizi her şeyin merkezine koyan düşüncenin alternatifinin ortaya konulup, bu yönde bir liderlik gösterilememesidir. Belki de nedeni, olası alternatiflerin toplum nezdinde geçerliliğini sağlayacak gerekçelendirmenin yapılamamasıdır.  Alternatif söylemin vatandaşa neyi vaat ettiğinin yeterince açıklıkla ortaya konulamamasıdır. Tek yaptıkları geçmişte başkalarının ortaya atıp, liderliğini yapılmış ve topluma benimsetilmiş fikirleri kullanarak toplumu ve ekonomiyi kontrol etmeye çalışmak çalışmaktır. İktidarın ortakları ile birlikte ülkemizde hâkim kılmayı amaçladığı milliyetçilik de temelleri geçmişte olan ve farklı iktisadi koşulara çözüm olması için ortaya atılmış fikirlerdendir maalesef. Yani bugüne göre yeni üretilmiş bir şey değildir. İktidarın “milli” ve “yerli” otomobil projesi de bunun ekonomideki en güzel örneği aslında. Bu arzu 1960’lardan kalma, o günlerin koşullarına uygun bir arzusuydu. Kapalı ekonomik sistemin sunduğu kurumsal çevrede, ülkenin hızlı sanayileşmesi için oluşturulacak önemli bir üretim kapasitesi oluşturma gayretiydi. Amaç hem ülkenin otomobil ithalatını azaltıp döviz tasarrufu sağlamak, hem de bu üretimi ülke sınırları içinde oluşturulacak “değer zincirinin” tüm imkânlarından faydalanarak, farklı sektörler üzerinden değer ve istihdam yaratmaktı. Bu tarz sanayileşmenin istihdam arttırıcı etkisinin yanında, işgücünün vasıf kazanması üzerinde de önemli etkilerinin olması beklenmekteydi o günlerde. Aslında bu düşünce “ithal ikameci sanayileşme stratejisi” olarak adlandırılan sanayileşme uygulamalarından beklentilerdi. Amaç milli sınırlar içine hapsolmuş bir üretim süreci oluşturup, bu sürece eklemlenmiş farklı sektörlerdeki üretim faaliyetlerine öncülük yapmaktır. Yaratılan tüm katma değeri de milli sınırlar içinde tutamak hedeflenirdi. Fikrin “milliliği” büyük ölçüde bu özelliğinden gelmektedir.  Üretilen katma değerin ne kadar çok kısmı ülke sınırlarında elde edilir ve bu sınırlar içinde kalırsa, o kadar başarılı olunur. Bu yüzdende ithal ikamesinde sürekli bir derinleşme zaruri hale gelirdi. Her şeyi kendinin ürettiği, üretim maliyetlerin ise çok dikkate alınmadığı bir süreçtir bu. Ama bu tarz sanayileşmenin sağlayacağı tüm faydalardan tek bir ülkenin yararlanabilmesi, o üretim sürecinin ülke sınırları içinde, mümkünse dışarıya bağımlılığı en düşük seviyelerde tutarak olasıdır. Bu girdi bağımlığının düşük tutulması ülkenin katma değerinin yüksek çıkması için bir çözüm olarak görülmüştür. Bu nedenle dışa bağımlılık meselesini öne çıkartan, “nasıl bir sanayileşme” sorusunu konu edinen siyasi tartışmalara o günlerde çok rağbet edilmiştir. Milliliğin kaynağı da ithal girdi bağımlılığının en düşük düzeyde tutulmasında aranmıştır. O günlerde ne kadar az yabancı girdi bağımlılığınız varsa, o kadar milli bir ekonomiye sahip olduğunuz düşünülüyordu. Bugünlerde maruz kaldığımız yüksek cari açıkların kamuoyunda yarattığı etki nedeniyle bu konu bugün de tekrar gündeme geldi. Bugün dile getirilen Türk ekonomisinin ithalata bağımlılığı geçmişteki tartışmalarla benzerlik gösteren bir özelliği. Ama bu üretimin gerçekleştirildiği kurumsal çerçevenin geçmiştekiyle hiçbir benzer tarafı kalmamıştır. Öncelikle mal piyasalarını ülkelerin milli sınırlarına hapsedebilmek mümkün değildir. Hem mal hem de finansal piyasalar küreselleşmiş, milli sınırları aşmıştır. Ardından dünya da sanayileşmenin “iş pratikleri” de değişmiştir. Artık dünyada “arz açıkları” değil, “arz fazlası” söz konusu ve bu nedenle dünyada talep belirleyici unsur haline gelmiştir. Bunun sonucunda da daha önce hiç dert edilmeyen üretim maliyeti ve rekabet gücü gibi konular, günümüzün dünyasında en önemli kısıt haline gelmiştir. Maliyetlere duyarlı, rekabet gücü olan bir üretime dayanan “değer zincirleri” yeni değerlerimiz olmuştur.
Sanayi üretimi artık küresel bir nitelik kazanmıştır ve sanayideki kapasite yaratımı tek bir ülkenin sınırları içinde gerçekleştirilmiyor. Sanayi faaliyetlerinin değer zinciri küreseldir artık.
Sanayi üretimi artık küresel bir nitelik kazanmıştır ve sanayideki kapasite yaratımı tek bir ülkenin sınırları içinde gerçekleştirilmiyor. Sanayi faaliyetlerinin değer zinciri küreseldir artık.  Bu üretimi farklı aşamalarındaki üretimde daha rekabetçi olan ülkelerin bu süreçte yer alması beklenir. Küresel düzeyde maliyetlerin önem arz ettiği bir dünyada bu gerçeği kimsenin göz ardı etmesi mümkün değildir. Günümüzde sanayideki katma değer üretme pratiği küresel düzeyde bir “değer zinciri” yaratmak farklı ülkelerle, farklı toplum ve milletlerle işbirliği içine girilmesini gerekli kılmaktadır. Üretimde rekabeti değil, aksine işbirliğini öne çıkartan bir iş modelidir bu. Dolayısıyla yirminci yüzyılın “milli sanayi” fikri bugünün dünyasındaki iş pratikleriyle çelişmektedir. Buna direnen ve sanayiyi milli sınırlar içine hapsetmeyi amaçlayan bir pratiğin sürdürülebilir olması mümkün değildir. Hatta bugün Çin’i ve/veya Rusya’yı uluslararası siyasette ve ekonomide güç merkezi olarak gören ve Türkiye’yi bu güçlerin yanında konumlandıran görüşlerin de bu iş pratikleri düşünüldüğünde anlamı kalmaz. Zira bu ülkelerden Çin’in şu an için kendine ait ve tüm süreçlerini kendisinin kontrol ettiği bir küresel değer zinciri yoktur. Aksine günümüzde hâkim Batılı küresel değer zincirlerine girdi tedarikçisi olarak en alt düzeyde dâhil olmuş bir ülkedir Çin. Dolayısıyla bugün Çin’in ürettiği katma değer ve artık değerin kaynağı Batılıların kendi ülkelerinde ve bu ülkelerin dağıtım kanallarında yer alan ülkelerdeki pazarlardır. Bu şekliyle Batının onların rekabetçi üretim gücüne bağımlılığı kadar, Çin’in de Batının tüketim gücüne bağımlılığı vardır. Rusya ise Batının tüketim gücüne bağlı olarak Batılı ekonomilere enerji sağlayan ama kendisinin kontrol ettiği bir değer zinciri olmayan bir ülkedir. Sonuç olarak küresel değer zincirlerindeki hâkimiyet büyük ölçüde batılı ülkelerdedir.  Doğal olarak bu koşullar ve küresel düzeyde dünyada hâkim iş pratiklerinin niteliğinden dolayı Çin ve Rusya’nın küresel düzeyde siyasi ve ekonomik güç olmasını şimdilik olası görülmüyor. Böyle bir hâkimiyeti olmayan ülke veya ülkelerin başkalarına sağlayabileceği ne olabilir? Kanımca bir ülkede cari açığının sorun olmasının belli koşulları var günümüzde. Ama tek sebebin millilik olmadığı çok açık. Bunların en önemlisi o cari açığa neden olan iktisadi faaliyetlerin niteliğidir. Özellikle küresel değer zincirlerine yeterli seviyede entegre olmamış ülkelerde sanayi faaliyetlerinin arzulanan seviyelere gelmemesi, ister istemez siyasileri sanayi faaliyetlerden uzaklaştırmaktadır. Buna bir de ekonomide “millik” fikri dâhil edilince konu daha da içinden çıkılmaz bir hâle gelmektedir.
Fiziki üretimde “milli” ve “yerli” iddiasından olan bir siyasi anlayış bu faaliyetlerin finansmanı açısından yabancı tasarrufa bağımlı hâle gelmektedir. Bugün ülkemizde yaşadığımız budur.
Yirminci yüzyıldan kalma katı “milliyetçilik” ve “yerlilik” fikrinin uygulaması ancak sanayi dışındaki, uluslararası herhangi bir değer zincirine dâhil olması mümkün olmayan “hizmet-ticaret-inşaat” gibi sektörlerde mümkündür. Bu sektörlerin teşvik edilmesi ülkedeki refahı arttırmanın bir yolu olarak görülse de menşei bakımdan bu faaliyetlerin kullandığı girdilerin niteliği önem kazanır. Bu yüzden bu faaliyetlerden elde edilen katma değerin dışa bağımlılığı göreli olarak yüksektir. Zira bu ürünlerin değeri yerel piyasalarda belirlenirken, kullandıkları girdilerin değerlerini belirleyen küresel pazarlardır. Ekonomide bu tarz faaliyetlerde odaklanılması, bizi ülke sınırları içinde yapılabilen “milli” ve “yerli” bir üretime kavuşturur. Bu doğrudur. Bu faaliyetlerdeki üretim başka ülkeleri de kapsayan uzun bir değer zincirini gerekli kılmaz. Ama bu faaliyetlerdeki döviz cinsinden tüketiminin önüne geçebilmek mümkün değildir. Kanımca bizim gibi ülkelerde siyasilerin aşırı büyüme hırslarının giderek daha çok ticaret-sanayi-inşaat faaliyetlerine başvurmalarına yol açmaları, ülkenin döviz giderlerini arttırarak cari açıklara yol açmaktadır. Cari açıktaki asıl tehlike budur. Kanımca ülkemizdeki üretim faaliyetlerinin niteliği düşünülünce, siyasi olarak ortaya konulan “milli” ve “yerli” iddialarını sağlamak pek mümkün görünmüyor. Türkiye gibi dövize ihtiyacı olan ülkelere döviz kazandıracak sanayi gibi faaliyetlerin dünyadaki değer zincirleri içine girmesi ve bunun için “milli” sınırların dışına taşan küreselleşmiş bir üretime dâhil olması zaruridir. Bu durum “millilik” ve “yerlilik” iddiasının zayıflatan bir durumdur. Öte yandan “milli” ve “yerli” iddiasına sıkı sıkıya bağlı üretim modelinin günümüz sanayisinde yeri olmadığı için, böyle bir iddiayı benimseyen siyasiler ister istemez ekonomideki odaklarını hizmet-ticaret-ve-inşaat faaliyetlerine yöneltmek zorunda kalırlar. Ancak bu faaliyetlerin döviz harcamalarını arttırıcı etkisi, ülkenin ithalatının artmasına ve bu şekilde cari açığa neden olmaktadır. Bu açıkların finanse edilebilmesi ancak dışarıdan borçlanmakla mümkündür ve bu borç akımı devam ettiği müddetçe devam ettirilebilir. Dolayısıyla fiziki üretimde “milli” ve “yerli” iddiasından olan bir siyasi anlayış bu faaliyetlerin finansmanı açısından yabancı tasarrufa bağımlı hâle gelmektedir. Bugün ülkemizde yaşadığımız budur. Ne gariptir ki ekonomide yerli ve milli olma fikri, ülkemizi mali açıdan yabancılara bağımlı hale getirmektedir. Günümüz siyasilerinin bu kafa karışıklığı Türkiye ekonomisinin yirmi birinci yüzyılda olması gereken konumunu belirlemede yetersiz kalmalarına yol açmaktadır. Son derecede modası geçmiş, sadece siyasi endişeler taşıyan ve ülkeyi yirminci yüzyılın koşullarına ve üretim tarzına mahkûm eden bir böyle bir vizyon ülkenin kurumsal yapısının da dış alemden izole olmasına yol açmaktadır.