Yoksullukla mücadeleyi salt insanların gelirlerini belli bir düzeyin üzerine çıkarmak olarak gören bir yaklaşım doğru değildir. Aynı zamanda onların birçok kamu hizmetine ve piyasaya erişim imkânlarının geliştirilmesi olarak ele alınması gerekmektedir. Dün, 17 Ekim, Dünya Yoksullukla Mücadele günüydü. Sessiz sedasız geldi, geçti. Gündem bile olamadı. Birleşmiş Milletler 1992 yılında yoksulluğu yok etmek için tüm dünyada 17 Ekim’i yoksullukla mücadele günü ilan etti. Amaç yoksulluk meselesine dikkat çekmek ve bir o kadar da yoksullukla mücadele için politikaların neler olabileceğini ülkelerin masaya yatırmasına vesile olmaktı. Böyle bir gün tahsis etmeye neden ihtiyaç duyulduğuna gelince… Sebep dünyadaki iktisadi sisteme işlerlik kazandıran yapıların ve uygulanan politikaların yoksulluk üretmesidir. Malum olduğu üzere, 1980’li yılların başından beri neoliberal iktisadin sonucu olarak serbest piyasa sisteminin yükselişine şahitlik ediyoruz. Bunun bir türevi olan küreselleşme, gelişmekte olan ülkelerle gelişmiş piyasa ekonomileri arasındaki farkların bir ölçüde kapanmasına ve zenginliğin gelişmekte olan ülkelere doğru yayılmasına vesile olmuştur. Ancak üretilen zenginliklerin paylaşımı konusunda bu sistem çaresiz kalmıştır. Bu da bizi değer üretme bakımından belli bir başarı gösteren piyasa sisteminin, sıra üretilen o değerin paylaşımına geldiğinde başarısız kaldığı görülmüştür. Sadece gelişmiş piyasa ekonomilerinde değil, aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerde de gelir dağılımı sorunları önemli bir hâl almış, piyasanın bu sorunu çözmede yetersiz kaldığı kamuoyu tarafından anlaşılmıştır. Sıra elde edilen yüksek büyüme oranlarının kapsayıcılığını arttırmaya geldiğinde, kamunun doğrudan piyasa sistemine müdahalesi olmadan bunun gerçekleştirilemeyeceği genel kabul görmeye başlamıştır. Aslında 1992 yılında Birleşmiş Milletlerin böyle bir gün ilan etmesinin iktisat bilimi içinde yaşanan bazı gelişmelerle ilgili olduğu da yadsınamaz.  Yoksulluk konusundaki farkındalığın artmasında belki 1987 yılında Paris’te yoksulluk ve açlıktan ölen insanlar tetikleyici bir rol oynamıştır. Ama bu ve benzeri olaylar çok uzun yıllar gelişmekte olan ülkelerde zaten görülmekte ve çözüm beklemekteydi. Hatta uluslararası iktisadi kurumların bu ülkelere dikte ettikleri ekonomi politikalarının, yoksulluk ve gelir dağılımı bakımından istenmeyen sonuçlarının olduğu uzun yıllardır bilinen ve eleştirilen konulardı. Hem iktisatçıların hem de bu uluslararası kurumların bu sorunların çözümüne yönelik düşünceler üretmeleri giderek zamanla önem kazanmıştır. Bu sorunların temeli aslında 1980’lerin başlarına, o neoliberal anlayışın ekonomilere ve dünyaya hâkim olmaya başladığı yıllara kadar uzanmaktadır. Bir kurum olarak piyasanın yükseldiği, politika yapımında “piyasacılığın” önem kazandığı yıllardır o yıllar. Çok genel bir şekilde ifade etmek gerekirse, piyasa mekanizmasının ekonomilerin karşı karşıya kalacağı her sorunu çözebileceğine yönelik inanışın yükselişe geçtiği yıllardır. O günlerin dünyasında gelişmenin aracı ise, olmayan iktisadi kurumların inşası ve bunun için de birtakım reformların yapılmasıydı. Bu ülkelerin çoğu dış ödemelerde ciddi sıkıntı içinde olduklarından, ülkelerin döviz kazanma kabiliyetini arttıracak şekilde ekonomik politikaların oluşturulması şart koşulmuştu. Rekabetçilikten uzak üretim yapılarına sahip bu ülkelerin birçoğu üretimlerini rekabetçi yapabilmenin yolu olarak, reel ücretleri aşağıya çekmek ve o düzeylerde kalması için baskılamak çözüm olarak görülmüştür.
Ülkemiz ciddi bir yoksulluk ve gelir eşitsizliği problemleriyle karşı karşıyadır. Çok muhtemeldir ki 2023 yılında yapılacak seçimlerin ardından bu sorunların ulaşacağı boyut tüm toplum tarafından çok daha iyi görülebilecektir.
İktisat bilimi açısından da bu dönemde önemli gelişmeler yaşanmıştır. Piyasacılığın yükselmesiyle birlikte, iktisat bilimi içinde “kalkınma” gibi bir disipline gerek olmadığı düşünülmeye başlanmıştır. Gelişmekte olan ülke ekonomileriyle gelişmiş piyasa ekonomileri arasındaki fark birtakım piyasaların eksikliğine indirgenmiştir. Bu piyasaların inşa edilmesiyle kalkınma sorununun da piyasa mekanizması çerçevesinde halledilebileceğine inanılmıştır. Daha da ileri gidilerek “kalkınma iktisadi” alanından araştırmaların sınırına gelindiği ve iktisat biliminde böyle farklılık içeren bir yaklaşıma gerek olmadığı yönündeki düşünce yaygınlık kazanmıştır. Özellikle Kuzey Amerika’daki üniversitelerde yaygınlık kazanan bu düşünceye göre, iktisat “makroiktisadi alanda istikrar” sağlayacak politika tartışmalarının yapıldığı bir bilim dalına indirgenmiştir.  Bu şekilde iktisat tüm rengini kaybetmiş, tek düze bir hâl almıştır. Ta ki 1990’ların başına kadar. 1990’lı yıllar büyümenin kaynaklarının araştırılmaya başlandığı yıllardır. Büyümenin gerçekten sermaye birikiminin bir sonucu mu, yoksa bunların dışında birtakım unsurlar vasıtasıyla mı gerçekleştiği tartışılmaya başlanmıştır. Yeni büyüme teorileri ortaya çıkarken, bir yandan da uzun zamandır uygulanan piyasa yanlısı neoliberal yaklaşımın birtakım iktisadi sorunun çözümünde başarısız olduğu anlaşılmıştır. Özellikle gelir dağılımı ve yoksulluk gibi sorunları sistem dışında kaçınılmaz bir sonuç olarak gören yaklaşım terk edilmeye, onu yerine bu sorunların izlenilen politikaların sonucu olarak ortaya çıkan “içselleşmiş” sorunlar olduğu kabul görmeye başlamıştır. IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar da, gelişmekte olan ülkelere önerdikleri politikaların gelir dağılımı ve yoksulluk bakımından doğurduğu olumsuz sonuçları kabul etmiş, bunları giderecek politikalara olan ihtiyacı ilk kez 1990’lı yıllarda telaffuz etmeye başlamıştır.  Bu konularda birçok akademik çalışmaya önderlik ederken, ülkelerin gelir dağılımı ve yoksulluk bakımından durumlarını gösteren birtakım istatistiki çalışmaların yapılması, verilerin üretilmesi konularından bu ülkelerin teşvik edilmesi, onlara mali destek verilmesi sağlanmıştır. Tüm bu gayretlerin amacı piyasa sisteminin yol açtığı ve gidermek konusunda başarısız olduğu gelir dağılımı ve yoksulluk sorunlarının halledilmesidir. Bu mücadeleyi kendine hedef edinen ve ekonomide daha aktif görev alan bir kamu otoritesine olan ihtiyaç yine bu dönemde dillendirilmeye başlanmıştır. Bu ülkelere sadece yüksek büyüme hızlarının değil, aynı zamanda büyümenin kapsayıcılığını sağlamanın marifet olduğu telkin edilmeye başlanmıştır. İşte Yoksullukla Mücadele günü, iktisadi düşüncede ve iktisat politikalarında görülen bu başarısızlıklara kamuoyunun dikkatini çekmeyi amaçlamaktadır. Ülkemiz ciddi bir yoksulluk ve gelir eşitsizliği problemleriyle karşı karşıyadır. Çok muhtemeldir ki 2023 yılında yapılacak seçimlerin ardından bu sorunların ulaşacağı boyut tüm toplum tarafından çok daha iyi görülebilecektir. Bugün bu konudaki durumumuzu sağlıklı bir şekilde görebilmemiz yapılan karartmalardan dolayı mümkün görünmese de, en son Amasra’da yaşadığımız maden kazası ülkemizdeki yoksullukla bağlantılı çaresizliklerin yol açtığı bir sonuçtur. Ülkemizde yaşadığımız bu ve benzeri faciaların 1987 yılında Paris’te yoksulluk ve açlıktan ölenlerden farkı olmasa da, yoksulluğun çok boyutlu bir sorun olduğu gerçeğinin farkına varılmasına neden olmaktadır. Yoksulluk sadece yetersiz gelir düzeyi meselesi değildir. Bunun yanında yoksulluk insanların zenginliğe erişim imkânlarının yetersizliği olarak da görülmesi gerekir. Zira en son maden kazasında kaybettiğimiz canlar, o insanların işgücü piyasası aracılığıyla başka iş imkânlarına erişme imkânı bulamamalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yoksullukla mücadeleyi salt insanların gelirlerini belli bir düzeyin üzerine çıkarmak olarak gören bir yaklaşım doğru değildir. Aynı zamanda onların birçok kamu hizmetine ve piyasaya erişim imkânlarının geliştirilmesi olarak ele alınması gerekmektedir. Şu an için ülkemiz böyle bir bakışın çok uzağındadır.