Kanımca, ülkeye dışarıdan ciddi miktarda sermaye girişi olmadan, Sayın Cumhurbaşkanı’nın sabit veya düşük faiz politikasının uzun süre sürdürülebilme imkânı yoktur. Ne yalan söyleyeyim, iktidarın da bu gerçeği gördüğünü düşünüyorum. Biz iktisatçıların kaderidir. Tıpkı doktorlar gibi. Kime iktisatçı olduğumu söylesem “dolar ne olacak?” sorusuyla karşılaşırım. Ancak son zamanlarda soru değişti. Artık sorulan soru “krizin ne zaman çıkacağı”. Yani vatandaş ekonomideki bu gidişin gidiş olmadığına ikna olmuş, bunun eninde sonunda bir “kriz” ile biteceğine inanmış. Bence ekonomi yönetiminin öncelikle bu beklenti ile mücadele etmesi, insanları ikna etmesi gerekir. Tabii hamasi söylemleri tekrarlayarak değil de, bilimin çizdiği sınırlar içinde, bilimin yol gösterdiği politikaları uygulayarak. Bunun için literatürde önemli bir külliyat var. Şimdi bir grup okuyucu, bilimin alışılmış uygulamalarına bizim de deneysel yollardan katkıda bulunduğumuzu ve bu yapılan uygulamaların sonuçlarının görülmesi gerektiğini düşünebilir. Alışılmamış bir düşüncenin ve önerinin de bilimsel yollarla tartışılması mümkündür. Hele bu öneri milyonların yaşam koşullarını ilgilendiriyorsa bu bir zarurettir aynı zamanda. İktidarın bilimi hiçe sayarak, uygulayıp, insanları inandırmak istediği “yanlışlardan” biri de faizle ilgili görüşleridir. Daha şimdiden, liderlerinin “karizması” ve “güvenilirliğini” kullanarak, bu görüşlerine, en azından bir grup insanı inandırabilmiş durumdadırlar. Malum… Bilemediğimiz bir sebepten dolayı Sayın Cumhurbaşkanı “faiz neden, enflasyon sonuçtur” gibi özetlenebilecek, enflasyonla “düşük faizle” mücadele edilir gibi bir görüşe inanmakta. Özellikle bu görüşlerini, tüm dünyanın enflasyonla mücadele etmek için topyekûn faizler arttırdığı bir dönemde savunmakta. Kurumsal bağımsızlığın ortadan kalkıp, yaptığı tutarsız tahminlerle kamuoyunda güvenilirliğini yitirmiş merkez bankamız da, bu görüşlerin peşine takılmış, piyasalarla körü körüne bir mücadeleye girmiştir. Şu ana kadar sonuç hiç de iç açıcı değil. TÜİK’in açıkladığı TÜFE enflasyonu yüzde seksenlere, ÜFE enflasyonu ise neredeyse yüzde 145’e ulaşmış durumda.  Enflasyonist ortamda düşük faiz ve kredi genişlemesi neticede dolar kuru da 18 TL seviyelerinde. Elbette ortaya çıkan böyle olumsuz sonuçlar varken, kimse hâlâ uygulanan “düşük faiz politikasından” ne beklenmiş olabileceğini anlayabilmiş değil.  Düşük faizler neticesinde en basitinden enflasyonun daha düşük olmasını beklemek gerekmez miydi? Aslında bu ciddi bir polemik konusu. Ama ben başka bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Bir iktisatçı açısından içinde bulunduğumuz dünyayı açıklamak bakımından, bu konunun çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Türkiye geçmişte ANAP iktidarı döneminde, yine bugün olduğu gibi, uzun bir iktidar döneminin ardından, kamuoyu desteklerini yitirmeye başlamıştı. Ekonomiye çok uzun zaman kaynak sağlayan ihracatın dayandığı “düşük reel ücret politikası” oluşan göreli olarak daha demokratik ortamda sürdürülebilmesi imkânsız hale gelmişti. Kitleler nezdinde daha fazla rıza üretebilmek için büyümeye, onun için de dövize ihtiyaç vardı. Tıpkı bugün olduğu gibi.
Şu ana kadar sonuç hiç de iç açıcı değil. TÜİK’in açıkladığı TÜFE enflasyonu yüzde seksenlere, ÜFE enflasyonu ise neredeyse yüzde 145’e ulaşmış durumda.
Zamanın başbakanı Turgut Özal, ekonomide yürüttüğü uzun süreli serbestleşme politikasının bir uzantısı olarak “dış finansal işlemlerde serbestleşmeyi” işte bu dönemde gündemine aldı. Zamansız yapılan bu hamle, bir bakıma “denize düşen yılana sarılır” gibi bir uygulama olacaktı. Nitekim oldu da. Hem de tüm uyarılara rağmen. Ancak böyle bir uygulamadan önce, ekonomideki mali kaynak kullanımın daha rasyonel temellere ulaştırılması, bunun içinde kamunun kaynak kullanım talebini kontrol edecek reformları yapılmasına gerek duyulmaktadır. Bu konu maalesef “es” geçildi ve değerli iktisatçı Dani Rodrik’in tabiriyle “prematüre bir serbestleşme” gerçekleştirildi. Yapılması gereken bu reformlar, maalesef 2001 krizine kadar ertelendi. Kamuoyu 1990 yılında yürürlüğe giren bu reformları daha çok “TL’nin konvertibilitesinin” sağlayan reformlar olarak bilir. Zaman zaman bizim gibi akademik iktisatçılar da bu reformları “32 Numaralı Tebliğ” ifadesini kullanarak tanımlar. Bu reformun amacı ekonomideki tüm sermaye kontrollerini kaldırarak, Türk sermaye piyasalarını dünya sermaye piyasalarının bir parçası haline getirmektir. Buradan sağlanan avantaj, ilk etapta Türkiye’nin daha kolay ve ucuza borçlanabilmesidir. Özal’ın amacı da budur zaten. Dezavantajı ise, mali piyasalar üzerindeki kontrolünüzün elinizden kayıp gitmesidir. Dünya ekonomisindeki gelişmelere çok daha fazla maruz kalıp, bazı ekonomi politikalarında özgürlüğünüzü kaybetme ihtimalinizin ortaya çıkmasıdır. Böyle bir kurumsal düzenleme yapıldıktan sonra sizin yükümlülüğünüz ise, para politikası uygularken, dünya mali piyasaları ile “koordinasyonu” koruma zorunluğunuzdur. Burada koordinasyondan kasıt, Türkiye’deki sermaye piyasalarındaki mali şartların dünya finansal piyasasındaki şartlarla uyumlu hale getirilmesi ve bunu sağlayacak para politikalarının ise dünya piyasalarındaki hâkim merkez bankalarının politikaları ile benzerlik arz etmesidir. Dünya ölçeğinde düşünüldüğünde, Türkiye ekonomisi “küçük ülke” olarak kabul edildiği için bu piyasalardaki mali koşulları belirleyecek güçten mahrumdur. Bu nedenle dünya piyasalarındaki şartları belirleme gücü yoktur. Kendi dışında yaşanan gelişmelerin sonuçlarını kabul etmek zorundadır. Öte yandan ABD ve AB gibi ülkelerin para birimleri ve sermaye piyasaları dünya ekonomisinde çok daha büyük yer teşkil eder ve neticede onların izledikleri para politikaları dünyadaki mali koşulları belirler. Bu sebeple, bizim gibi ülkelerin kendi politikalarını bu ülkelerin politikaları ile uyumlandırma ve koordine etme zorunlulukları vardır. Buna literatürde bizler “politika koordinasyonu” diyoruz. Bu, açık ekonomilerde sermaye akımlarına getirilen serbestinin temel koşulunu oluşturur.
Eğer bizim bugün yaptığımız gibi, dünya enflasyonla mücadele etmek için faizleri arttırırken, siz sabit tutmaya veya düşürmeye çalışırsanız, enflasyon düşüremediği gibi, ulusal paranız da değer kaybeder.
Eğer bu kurumsal çerçevenin size sağladığı imkânlardan yararlanmak istiyorsanız, böyle bir koordinasyona gerek vardır. Diğer yandan kontrollü bir sermaye politikası benimseyen bir ülke için böyle bir koordinasyon zorunluğundan bahsetmeye gerek yoktur. Diğer bir deyişle, tasarruf açığı bulunan ve buna rağmen büyümek isteyen bir ekonomide, “gülü seven dikenine katlanır.” Burada sizin ekonomide neye inandığınızın önemi yoktur. Mevcut kurumsal çevrenin koşullarını yok sayma “inadı” ise sadece size değil, aynı zamanda tüm ülkenin refahı için ciddi bir tehdit oluşturur. Sermaye akımlarına getirilen serbestiden vazgeçmeden, bu politika koordinasyonu gereklerine icabet etmez isek ne olur?
Dünya merkez bankalarının faizleri giderek daha da arttırdığı bir ortamda, sermaye hareketlerine hiçbir sınırlama getirmeden mevcut durumu sürdürebilmesinin inisiyatifine Sayın Cumhurbaşkanı sahip midir? Bence değil!
Bu aslında koordinasyon ihtiyacının niteliğine bağlı. Eğer bizim bugün yaptığımız gibi, dünya enflasyonla mücadele etmek için faizleri arttırırken, siz sabit tutmaya veya düşürmeye çalışırsanız, enflasyon düşüremediği gibi, ulusal paranız da değer kaybeder. Bunu nedeni “faizlerde koordinasyona gitmediğiniz için, sermaye akımlarının serbest olmasından dolayı ekonomi yeni denge sermaye çıkışlarıyla kurulmaya çalışır”. Yani sermaye kaçar. Bunun “dış güçlerle” ya da “beka” ile ilgisi yoktur. Sermayeye hareketlerine sınırlama getirmeden bu politikanın sürdürülebilmesi ise mümkün değildir. Böyle biline! Şimdi gelelim krizin zamanlamasının tahminine. Bir iktisatçının böyle bir tahminde bulunması zor. Zira ekonomi ile ilgili her bilgiye sahip değiliz. Ama şu kadarını görebildiğimizi sanıyorum. Kanımca, ülkeye dışarıdan ciddi miktarda sermaye girişi olmadan, Sayın Cumhurbaşkanı’nın sabit veya düşük faiz politikasının uzun süre sürdürülebilme imkânı yoktur. Ne yalan söyleyeyim, iktidarın da bu gerçeği gördüğünü düşünüyorum. Onların derdi, biraz da şanslarına güvenerek, mevcut durumu seçimlere kadar sürdürebilmek. Ama şu an cevap aranması gereken soru şu: Dünya merkez bankalarının faizleri giderek daha da arttırdığı bir ortamda, sermaye hareketlerine hiçbir sınırlama getirmeden mevcut durumu sürdürebilmesinin inisiyatifine Sayın Cumhurbaşkanı sahip midir? Bence değil! Ya sizce?