Benzerleriyle karşılaştırdığımızda dünyanın en barışçıl ayaklanmalardan biriydi. Ölenlerin 8’i eylemci iken 2’si polisti, 9 bin yaralıdan 8 bini eylemciydi. Ama bugün devlet şiddeti değil, eylemcilerinin anarşist tavrı konuşuluyor.  Gezi olaylarına ilişkin büyük ihtimalle sona yaşamakta olan bir iktidarın bütün nefretini boca ettiği bir eylem hakkında söyledikleri o kadar da kafaya takılmamalı. Böylesine büyük ve devasa bir eylemlilik hali, doğası gereği bazı taşkınlıklara, irrasyonaliteye ve bir takım hamasi söylemlere tanık olacaktır. Bir sosyal bilimcinin ifadesiyle kitlelerin ayaklandığı ve devletin silahlı aygıtlarıyla karşı karşıya geldiği politik anlar “bir tür delilik hali”nin dışavurumudur. Kitlelerin farklı bir düşünme ve eylemlilik aşamasına geçtiği toplumsal “momentler” şayet bir delilik anıysa, o zaman bu tür anlarda bir takım taşkınlıkların, lokal bir takım kaotik hareketlenmelerin olması da normaldir. Bu delilik anının ima ettiği bir başka şey ise sabrı test edilmese kolay kolay sokağa çıkmayacak kitlelerin maruz kaldığı baskı ve haksızlıklardır. Aslında, Gezi’yi benzeri başka ayaklanmalarla karşılaştırdığımızda dünyanın en barışçıl eylemlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Daha doğrusu eylemciler açısından durum böyledir, rejim ve onun güvenlik aygıtları açısından durum biraz farklı olabilir. Nitekim olaylar sırasında hayatını kaybedenlerin sekizi eylemci iken ikisi polis saflarında vuku bulmuştur. 9063’ten yaralıdan 8 bin küsuru eylemci, 800 küsuru ise güvenlik güçleri arasında meydana gelmiştir. Tam da bu nedenle aslında Gezi’de polis ve devletin sözlü ve silahlı şiddeti konuşulması gerekirken bugün iktidarın medya ve siyaset başta olmak üzere her alanda tesis ettiği dehşetengiz abluka nedeniyle bunun yerine, Gezi eylemcilerinin pervasızlığı, şiddet düşkünlüğü ve anarşist tavrı konuşuluyor. Tabii iktidarın Gezi olaylarıyla ilgili ortaya attığı yalanlara hiç girmiyoruz bile. Bu açıdan bakıldığında toplumsal eylemlere yönelik aşağılayıcı bir yıkıcılık atfedilmesi, üst perdeden ahkâm kesilmesi, huzur ve istikrarı bozma yönündeki suçlamalar oldukça sıradan ve tarihin her döneminde görülebilecek tipik sağcı ve statükocu bir söylem aslında. Her toplumsal hareket, statükodan hoşnut olmaması ve alternatif bir sistem inşa arzusuna sahip olması nedeniyle gayet tabii bir şekilde birilerini kaygılandırır. Zira istikrar denilen şey, belirli bir zümrenin tekeline verilen ekonomik rantın akışındaki süreklilik, bunu korumak üzere konuşlandırılmış devletin güvenlik aygıtlarının tahkim edilmesinden başka bir şey değildir. Bu düzenden memnun olmayan, onu eleştiren ve değişmesi gerektiğini söyleyen herkes statüko yanlılarının gözünde istikrarı baltalamaya ahdetmiştir. Kısacası barışçıl olsun ya da olmasın her türlü toplumsal hareket, bir değişim vizyonu içerdiğinden birilerinin huzurunu kaçırır, bir takım kuralları ihlal eder ancak değişim, evrenin yatışmaz yapısının önemli bir bileşeni olduğundan bağırıp çağırarak önlenebilecek bir şey değildir. Bu patrimonyal ve klientalist sistemin daha adaletli olmasını istemek halkı bizzat kendisi de dönüştürücü ve devrimci bir eylemdir ve birileri bundan rahatsız oldu diye kimse adalet talebinden vazgeçecek değil. Sırf AK Parti il teşkilatlarında referans bulamadığı için yıllardır bir işe giremeyen, ev masraflarını karşılayamadığı ve faturalarını ödeyemediği için ay sonunu zor getiren ve bir tür ayakta kalma mücadelesi veren çocuklarımızın adalet istemesi iktidar dışında kimseyi kaygılandırmamalı. Öte yandan kitleler, ifade özgürlüğünün yavaş yavaş boğulmaya çalışıldığı, iktidarın “gönlünde yatan” tek adam yönetimine doğru gidişatı ta o dönemden içgüdüsel bir şekilde hissederek ön almaya çalışmış, boynuna geçirilmeye çalışılan prangaya hırçın bir yanıt vermiş olması Gezi’nin ne kadar vizyoner bir hareket olduğunu da bizlere göstermekte. Her ne kadar o dönem ülkenin politik havası, bugünkü kadar otoriter değilse de öfkeyle sokaklara fırlayan kitleler, bir süredir medyanın kuşatıldığının, bireysel yaşama müdahalenin aşama aşama arttığının farkındadır. Yer açmaya çalışan, demokratik zeminlerde ve medyada yer bulamayan muhalif hareket,  medyanın suskunluk duvarında bir gedik açmaya çalışarak “siyasal katılımın konuşma ve iletişim yoluyla icra edildiği” Habermasçı bir kamusal alan yaratmayı, kısaca tahakkümsüz bir iletişim biçimi kurmayı amaçlamıştır.
Gezi ruhu bir taraftan isyankar, kural tanımaz, kaos yönelimli gibi görünse de diğer taraftan ortaya koyduğu pratikle ülkenin ve birey olarak kendisinin kaderine sahip çıkmış, yeni bir model önerme girişiminde bulunmuştur.
Geziciler, Taksim Gezi meydanında inşa ettikleri komünel yapıyla özel alanlarından çıkarak eşit yurttaşlar olarak tartışmaya katılabildikleri, toplumsal, kültürel ve politik her türlü mesele üzerine söz söyleyebildikleri, özgür bir tartışma alanı oluşturmayı başarabilmişlerdir. Gezi ruhu bu anlamda bakıldığında bir taraftan isyankar, kural tanımaz, kaos yönelimli gibi görünse de diğer taraftan ortaya koyduğu pratikle ülkenin ve birey olarak kendisinin kaderine sahip çıkmış, yeni ve alternatif bir model önerme girişiminde bulunmuştur. Ancak ne yazık ki bu ruh, sadece devletin güvenlik aygıtları tarafından değil, iktidarın güdümündeki medya ve onun etkisindeki sağcı kitle tarafından linçe maruz bırakılmış ve ezilmiştir. Bu isyankar ruh, şimdilik toplumsal çatışmaya yol vermemek için iktidarın aşağılamalarına karşı sessiz de kalsa, bu ruhun ilelebet bastırılması mümkün değildir. Şiddete karşı mesafeli, barışsever ve asla darbeci mantığa geçit vermeyen bu ruh, adalet ve özgürlüğün egemen olacağı bir gelecek inşa etme tasavvuruyla dayatmacılığa hep karşı olmuştur. İktidar o dönem darbecilik suçlamasıyla Gezi’yi kriminalize etmeye çalışsa da Gezi’ye rengini veren ana unsurlar hiçbir zaman darbe ya da hükümeti alaşağı etmek için değil, onu uyarmak için sokağa çıktığının bilinciyle hareket etmiştir. Bugünden geriye doğru bakıldığında Gezi’de ortaya çıkan o ruhun başarılı olamamasının bugün ne kadar büyük bedellere yol açtığı rahatlıkla görülebilir. O özgürlükçü ruh yok edildiği için biz bugün bu karanlık içerisinde debeleniyor, rasyonel yönetilse sağ salim kıyıya ulaşabilecek geminin içerisinde, zamanımızı her gün başka bir skandala imza atan hükümetin kaptanlığında bir sağa bir sola yalpalayarak denizin ortasında rotayı bulmaya çalışarak tüketiyoruz.