İktidarın siyasi, iktisadi ve kültürel yıkımının şeditliği, seküler kentli muhalif seçmeni de uzun zamandır ideolojik referanslarını kısarak doğal bir merkeze çekti. Böylelikle merkezin kültürel direniş hattı da iyiden iyiye belli olmuştu: Seküler vatanperverlik ruhu.  İktidarın kurduğu siyasi ve iktisadi yıkımdan mülhem memleketin üzerindeki en ağır yükün büyük şehirlerdeki seküler eğitimli orta sınıflara düştüğünü söylesem herhalde abartmış olmam. Bu seçmen grubunu diğer tüm mağdur kitlelerden ayıran şey; sadece maddi buhrandan değil manevi yıkımdan da ağır biçimde nasiplenişidir. Bu orta sınıf seçmenin en ağır yükü, iktisadi ve kültürel bir prekaryalaşmayı büyük ölçüde uzun süredir tek başına omuzlamak zorunda kalışıdır. İktidarla çok boyutlu ve derin bir hesaplaşmanın ortasında, namlunun tam ucunda konuşlanışıdır. Tüm bu keyfi otoriterleşmeye karşı hem maddi yoksullaşma hem de kültürel mücadelenin odağında oluşudur. Mevzide çift taraflı ateş altında kalışıdır. İktisadi prekaryalaşma tehlikesi küçük bir imtiyazlı azınlık dışında tüm memleketi sararken, bununla beraber kültürel prekaryalaşmanın yalnızca kentli seküler beyaz yaka kitlenin üzerine abanması kolay bir süreç değil. Tek adam rejiminin bu tahribatına uzun süre direnmiş, tüm bunlara rağmen hayatta kendi yetenekleri ile kalmayı başarmış bir muhalif seçmen kitlesinden söz ediyoruz. İktidarın siyasi, iktisadi ve kültürel yıkımının şeditliği, seküler kentli muhalif seçmeni de uzun zamandır ideolojik referanslarını kısarak doğal bir merkeze çekti. Bu merkezin ekseni hürriyet ve meşveret temelinde yükselen demokrasi, hukuk ve refah özlemiydi. Böylelikle merkezin kültürel direniş hattı da iyiden iyiye belli olmuştu: Seküler vatanperverlik ruhu. Türk rüyasıydı bu aslına bakarsanız, cumhuriyetin vatandaşlık sıfatıyla tüm sosyal ve siyasi kast sistemlerini alaşağı ederek; seçkin ve seküler bir merkezle devleti güvenceye alma gayretinin de adıydı. Böylelikle hem orta sınıf piyasada yetenekleriyle üst sınıflara mobilize olabilecek hem de bürokraside bu seçkin merkez devleti modernleşmenin gerekleriyle emniyetle geleceğe taşıyacaktı. İnsanlar buna umut bağladı, ahali çoluk çocuğunu okutmaktan başka bir yol olmadığına inandı ve onları nice zorlukla okuttu. Eğitimin sosyal, siyasi ve iktisadi mobilizasyonun motoru olduğunu herkes görmüştü. Ne var ki gelinen nokrada tüm bu süreç elimizde patladı. Bir süre sonra ahalinin siyasi, iktisadi ve kültürel olarak bu seçkin merkezle arası açılınca, daha doğrusu ekseriyetle tarım toplumu hüviyeti taşıyan karakteri bu modern kentli ve müteşebbis pozisyonlara intibak etmekte zorlanınca işler değişti. Merkez çöktü, yerine hiçbir kriteri ve filtresi olmayan talan ve istila kültürü oturdu. Bu süreç iktidarla birlikte gürültülü bir rövanşa mukabil oldu. İktidarın ağır biçimde dağıttığı merkez, siyasi hayatta olduğu gibi sivil hayatta da rahat bırakılmayacaktı. Onları bir çift göz, siyasi ve kültürel bir mobbinge aldı. Hayatın her yerinden büyük darbeler yenildi. Tüm alanlarda büyüyen yenilgiler katmerlendi. Kimse bilmiyordu ki, bu kalifiye seküler muhalif tecrübe ilk defa siyasi bir merkezle beraber kendi atayacağı meşru vesayetine razı bir ulus, kendi hizmet ve güvenliğine adanmış bir sınırlı devlet idealinde buluşacaktı. Seküler vatanperverlik ruhu, önümüzdeki yeni dönemin ideolojilerinden arınmış büyük kültürel merkezinin ana direnç noktası olmakla da kalmayarak; cumhuriyeti yeniden bir “res publica” hüviyetine de kavuşturabilir. Böylelikle bürokratik hukuk devleti kurmanın da yolu açılmış olabilir. Res publica, yani halka ait ve halka açık, kanun önünde herkesin ancak tüzel olarak hiç kimsenin… 
Seküler vatanperverlik ruhu, cumhuriyeti yeniden bir “res publica” hüviyetine de kavuşturabilir. Res publica, yani halka ait ve halka açık, kanun önünde herkesin ancak tüzel olarak hiç kimsenin…
Siyaseti son dönemde sınıf kimliği temelli okuyanlar da kültürel kimlik temelli okuyanlar da bana kalırsa ciddi anlamda yanılıyor. Geldiğimiz noktada siyaseti belirleyen yegâne hat; kayırmacılarla halk arasında dönen savaştır. İmtiyazlı zümreler ile ulus arasında geçen büyük ve şedit mücadeledir. Bu mücadele ne sınıf ne kimlik mücadelesidir. Muhafazakâr atanamamış işçi bir öğretmenle iktidarın kaynak dağıtımından muaf liberal bir sermayedar; mağdur Kemalist bir emekli öğretmenle kadro alamamış milliyetçi bir akademisyen bu hatta buluşuyor, işte siyasetin ana ekseni ve meselesi de budur. Bu hattın son dönemde değişen sosyolojiye mukabil, yaşanan şehirleşme ve küreselleşme ile beraber iktidarın tecrübesini de cebinde biriktirdiğini düşünürsek; seküler vatanperverlik ruhunun köklerini daha açık biçimde görebiliriz. Bu muhalif seküler tecrübe, bir yandan biriktirdiği kalifiye tecrübeyle yeni dönemin merkezini kuracak direnç noktasını inşa ederken bir yandan da bu milletin tüm imtiyazlardan azade biçimde yeniden ulus, bu devletin erkler ayrılığına ve kendi atadığı meşru vasiye razı biçimde yeniden hukuk devleti olmasının da kaynağı konumuna geliyor. Muhalefetin voltranı işte tam olarak burasıdır. Geleceğin kamusal alanının büyük direnç noktası tam da bu “seküler vatanperverlik” ruhuna yaslanıyor. Siyasi merkezin, imtiyazlardan arınmış bir ulusun ve bürokratik hukuk devletinin meşruiyeti de burasıdır. Bu ruhun öfkesi eğer basit bir siyasi popülizme kurban gitmezse; bu kalifiye tecrübenin üreteceği şey bize üç temel şey vadediyor. Siyaseti ideolojilerden görece arınmış kültürel bir merkezde buluşturabilmek, ulusu yeniden cumhuriyetin temel gereği olan res publica ile kurabilmek ve devleti yeniden sadece ve sadece vatandaşının hizmet ve güvenliğine adanmış sınırlı bir bürokratik hukuk devletine kavuşturabilmek.  Bu imkânları azımsayamayız. Seküler vatanperverlik; tıpkı II. Meşrutiyet döneminde Sultan Abdülhamid’in istibdatçı ve kayırmacı rejimine tepki olarak doğan hürriyet ve meşverette birleşmiş tüm siyasi fraksiyonlardan müteşekkil bir Jön Türklük ruhunu hatırlatıyor. Elbette doğrudan bir analoji kurulamaz ancak şartlar o kadar benzer ki, bunu hatırlatmadan da olmaz. Tüm bu süreçte muhalefetin voltranı olmaya aday bu ruh çok acı çekti ve çok badireler atlattı. Onları bir arada tutan şey de bu külfete ortak olmak ve beraberce büyük anılar ve acılar biriktirmek. Fedakârlık, güven ve emek sadece bireysel hayatımızda değil politik hayatta da bizi birbirimize bağlıyor. Politik voltranı işte bu tecrübenin tam ortasında bulabiliriz. Muhalif siyasetin doğru program doğru kabine doğru aday ile seçime gitmesinden daha büyük bir beklentisi de yok kimsenin aslına bakarsanız. Kaybedilecek bir seçimin maliyeti çok ağır olabilir zira bu seküler vatanperver direnişin ve tecrübenin çökmesi; yalnızca otoriter bir rejimi kalıcı hale getirmeyecek aynı zamanda bir ulusun yeniden ulus olabilmesi adına nirengi noktasını da imha edecek ve bir devletin gerçek bir bürokratik devlet olma hayalini de öldürecektir. O yüzden bu eklektik ruhu, bu hibrit ve ideolojilerden azade hali ve beklentiyi, seküler vatanperverlerin direnişi ve mottosu olduğunu bildiğim o meşhur şarkının meşhur dizeleriyle muhalif siyasete seslenerek bitireyim: Bir ince pusudayız, bu gece zehir zemberek, bir yolun sonundayız sessizce tükenerek; bizi vurun ama bizi onlara vermeyin…