Son günlerde sürekli Afganistan’ı konuşuyoruz. Bir kadın olarak benim odak noktam tabii ki kadınların durumu. Onları nasıl bir geleceğin beklediği son yapılan açıklamalarla şüpheye yer bırakmıyor. Yine kapkaranlık bir tünele girdik gibi görünüyor. Hiç şüphe yok ki başka ülkelerdeki kadınlar özgür olmadan hiçbirimiz tam olarak özgür olamayız. Ama biz bu arada İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edildiği bir ülkede yaşıyoruz. Bu gerçeği her fırsatta dile getirmemiz ve kendi geleceğimizin de pek çok faktörü göz önüne alırsak, henüz Afganistan’dakiler kadar olmasa bile, pek iyi bir yöne doğru gitmediği gün gibi aşikar. Maalesef konu kadın olunca, dünyanın en medeni gözüken ülkelerinde bile şiddete rastlıyoruz. Üstelik en güvenilir saydığımız yerde, evimizin içinde gelip buluyor şiddet bizleri. Bu konuyu senelerdir çalışan, STK’larda kan ter ve gözyaşı dökerek mücadele eden, günlerce davaları takip eden birbirinden muhteşem hemcinslerim var. Hepsi müthiş işler başarıyorlar. Tüm tırpanlanan haklara, önlerine çıkarılan engellere rağmen cesurca mücadele eden canım kadınlar…Onlar yerine konuşmaya kalkmayacağım. Zira şu aşamada kadınlar için kendi adıma yapabildiklerim sınırlı. Ama yine de mademki elimde kalemim var, bugün size kadın meselesini açmışken, bir başka örnekten hareketle beraber düşünelim istiyorum. Hemen herkes biliyordur ki İsrail’de kadınlar da iki sene zorunlu askerlik yapıyor. Ayrıca kadın erkek eşitliği bakımından, eğitimde yaratılan fırsatlar ve iş dünyasındaki etkinlik açısından nispeten olumlu bir örnek önümüze çıkıyor. Ancak bu bizi “Mutlaka şiddet oranları azdır” sonucuna götürmesin. Çünkü maalesef iki sene askerlik de yapsanız, dünyanın en gelişmiş silahlarını da kullansanız, savunma sporlarından terörle mücadele tekniklerine kadar pek çok şey de bilseniz ve hatta tank dahi kullansanız, bazen canınızı eşinizden, sevgilinizden kurtarmaya yetmeyebiliyor. Bu satırları kadınları acındırmak hedefiyle yazmıyorum. Sadece şiddetin soğuk yüzünü açıkça gösterebilmek için bu örneği veriyorum. Daha açık bir ifadeyle, şiddeti şiddetle önleyebilmek her zaman işe yaramayabiliyor. Bu işin çözümünün daha çok toplumun eğitilmesinden geçtiğini anlatmaya çalışıyorum. Yoksa yumruk atan erkeğe yumrukla cevap verdiğinizde kadın özgürlüğü olmuş olmuyor. İsrail’de kadına karşı şiddet rakamları düşük değil. Geçen senenin başından beri ülkede eşi tarafından öldürülen kadın sayısı 4. Birazdan anlatacağım Diana Raz da bunlardan birisi maalesef. Ancak 2019 yılında bu rakam toplam 25’ti. Elbette rakamlar bizimkiyle kıyaslandığında çok düşük görülebilir ama tek bir kadının bile erkek şiddetine kurban gitmesi kabul edilemez. Öte yandan, şiddetin ilk şikayet edildiği andan itibaren yaşanan süreç de iki ülkede benzerlik teşkil ediyor. Şiddete uğrayan kadın şikayet ettiği halde, somut bir yaptırım yapılamıyor. Örneğin 2018-2020 yılları arasından öldürülen altı kadının, geçmişte eşlerini şikayet ettikleri ortaya çıkmış. Kısaca söylemek gerekirse, İsrail’de devlet mekanizması kadını oyalıyor ama sonuç değişmiyor. Geçtiğimiz Mart ayında ilişki terapisti Diana Raz’ın eşi tarafından öldürülmesi İsrail’de büyük yankı uyandırdı. Cinayetin detayları ürkütücü burada yazmak istemiyorum. Diana önemli bir isim çünkü bizzat şiddet gören kadınlara yardım ediyor ve onlara psikolojik destek veriyordu. Onun kadar deneyimli olan ve şiddete eğilimli bir erkekle ilgili önemli ipuçlarını erkenden fark edebilecek birisi dahi evliliğin içinde bunu öngöremeyebiliyor. Cinayetin ülkede büyük infial yaratmasından sonra dönemin başbakanı Netanyahu’nun konuşmasında Raz’in katledilmesine değinmesi ve onu “Birçok kadına ilham kaynağı” olarak nitelendirmesi somut bir değişim getirdi denemez. Ancak kadın derneklerinin baskılarıyla 60 yeni sığınma evi açtı. Böylece Sosyal Yardım Bakanlığına bağlı evlerin sayısı 170’e ulaştı. Aynı zamanda bakanlık, kadınların şiddete uğradıklarında kısa mesaj yoluyla ulaşabilecekleri bir hat kurdu ve “i-Risk” adlı bir dijital anket uygulamasını başlattı. Bu anketteki soruları cevaplayarak ilişkinizin risk oranını hesaplayabiliyorsunuz ve size yardım ve destek olacak kurumlara ulaşabiliyorsunuz. 2018’de ülkeyi adeta esir alan bir dizi kadın cinayeti dalgasından sonra yine bu konuyu gündeme getirip ele almış, Netanyahu hükümeti o dönemde mutlaka yaptırımların olacağının garantisini vermişti. Ama geldiğimiz noktada o dönemden beri konunun çok da ciddiye alınmadığı ortada. 2017 yılında 75 milyon dolarlık bir bütçe kadına karşı şiddetle mücadele konusuna ayrıldı ancak bunun çoğunun bu konuda mücadele veren kurumlara aktarılmadığı basına yansıdı. Uluslararası Kadın Siyonistler Örgütü Başkanı Anita Freidman, bu beceriksizliğin bilinçli olduğunu ileri sürüyor. İsrail’in öncelikli meselesinin her zaman ulusal güvenlik olduğunu ve bu sebeple bütçedeki aslan payının hep bu yöndeki harcamalara ayrıldığını ifade ediyor. Sonuçta geri kalan miktardan ne kaldıysa o da kadınların oluyor. Corona sürecinin tüm ülkelerde aile içi şiddet vakalarını arttırdığını biliyoruz. Kadına Şiddete Hayır örgütü kurucusu Ruth Rasnic, özellikle pandemi sonrası işsizliğin ve ekonomik sıkıntıların artmasına dikkat çekiyor ve şiddete eğilimli erkeklerin çaresiz hissettiklerinde bu öfkeyi ailelerine yansıttıklarını ifade ediyor. Psikolog değilim ama bir felsefeci olarak baktığımda, aslında ekonomik sıkıntıdan erkeklerden kat be kat daha fazla etkilendikleri halde, kadınların erkekleri sandalyeye bağlayıp boğmadıklarını, bıçaklamadıklarını, parçalara ayırmadıklarını, vurup öldürmediklerini görüyoruz. Tek başına ekonomik sıkıntıdan doğan çaresizlik izaha yeter mi? Doğrusu bu, benim için ikna edici bir gerekçe değil. İsrail’deki kadın örgütleri olayı erkeklerin de sağlığı açısından ele alıyorlar. Örneğin Namat’taki sığınma evinin yönetici Yael Levin’e göre, bu sorun sadece kadınların korunmasıyla ilgili değil. Erkeklerin de mutlaka rehabilite edilmesi lazım. Açıkçası bunca vakayı görmüş bir toplumun bir bireyi olarak, erkekleri rehabilite edecek kadar yüce gönüllü düşünemiyorum. Önce kadınların can güvenliğinin sağlanması gerekiyor. Ülkede güncel rakamlara bakıldığında, pandemiyle beraber aile içi şiddete dair vakaların yüzde 300 arttığını görüyoruz. Ayrıca taciz ve tecavüz vakaları da yüzde 33 artmış durumda. Sosyal Yardım Bakanlığına bağlı Aile, Çocuk ve Gençlik Bölümü başkanı Ayala Meir’in açıklamasına göre, ailelerin eskisinden daha fazla bir arada kalması baskı ortamını arttırıyor. Burada ülkedeki Ultra-Ortodoks yani aşırı muhafazakar diyebileceğimiz, kitlenin kadınlarının yaşadığı şiddet vakalarına da değinmek yerinde olacaktır. Zira bu tip ailelerde yetişen ve hayatını sürdüren kadınların şiddet uğradıklarında gittikleri ilk yer haham oluyor. Dolayısıyla ne kadarı polise yansıyor tartışılır. Bu yüzden kendi içlerinden çıkan kadın dernekleri şiddete karşı mücadele etmeye çalışıyor ama ne kadar başarılı olabileceklerini zaman gösterecek. Olayların “Kol kırılır yen içinde kalır” mantığıyla ele alındığı bir ortamda, polisin, devletin ve dolayısıyla hukuk mekanizmasının dahi ulaşamadığı bir kadın şiddete uğradığında bu muhafazakar derneklere nasıl ulaşacak onu da bilemiyorum. Diana Raz şiddet mağduru binlerce kadına el uzatırken, kendisinin aile içi şiddet kurbanı olması çok acı bir durum. Kendi Facebook hesabında “Muhteşem bir adamla evliyim” yazması sosyal medyanın sahtekarlığını göstermesi açısından anlamlı bir örnek ama aynı zamanda ilişkinin içinde kadının mağduriyetini ve bu mağduriyetini ne kadar ustaca maskeleyebildiğini de gösteriyor. Katil koca halihazırda tutuklu ama İsrail yasalarına göre, çocukları üzerindeki velayet hakkının iptal olması gerekirken, halen sürüyor. Hatta bu hakkına sığınarak, çocuklarının olaydan dolayı görmesi gereken psikolojik tedaviye de karşı çıkıyormuş. Bütün bu durum akla olumsuz fikirler getiriyor. Kocasının polis olması bazı şeylerin üstünün örtülmesine neden olabilir mi? Ülkede infial yaratması kamuoyunun dikkati açısından çok önemli ama gerçekten sıradan bir adamın karısını öldürmesi gibi bir sonuç yaratacak mı, bekleyip göreceğiz. Diana’nın yani meslek sahibi, kariyeri müthiş, kendine ve çocuklarına yetebilecek bir kadının dahi böyle göz göre göre öldürülmesi, kadın ve ekonomik özgürlük teorilerinin yeterli olmadığını gösteriyor. Bizim ülkemiz için şu aşamada sadece kadınların can güvenliğini önemsiyoruz ama asıl mesele kadının erkekle eşitliğinin mental olarak gerçekleştirilmesidir. Bu da ancak siyasi irade ile desteklenmesiyle mümkündür. Eğitim ve kültür politikaları gibi daha geniş çapta alanları da kapsaması gerekiyor. Hiçbir cinayet ve şiddet eylemi ekonomik sıkıntıların yarattığı stres, iş stresi, tatil ihtiyacı, hastalık vs. diye gerekçelendirilemez. Bazen düşünüyorum erkekler regl olsaydı her ay kaç kadın daha öldürülürdü? Bu yüzden şiddete eğilimli ve kadına saygısız erkekler için bahane üretmeyelim. Her ülkede hikaye aynı. Diana hepimizin kaybı ve hepimizin hikayesidir.