Telefonumu çıkarıyorum. Nasıl olduysa o panikle onu da cebime sokmuşum. Ankara’daki aileme mesaj atıyorum. Biliyorum ki, birazdan şebeke çökecek, insanlar telefona yığılacaklar. “Biz iyiyiz, problem yok” yazabiliyorum. Saat 04.21. Gerçekten de problem yok mu acaba? Depremi Adana’da yaşayan yazarımız Günal Kurşun yaşadıklarını yazdı
Adana’daki evdeyim. Ev, güzel bir sitenin 11.katında. Ebru, nöbetçi olduğu için hastanede kalacak, biz oğlumla evde yalnızız. Ertesi gün okullar açılacağı için her 1.sınıf öğrencisi gibi heyecanlı, yarın öğretmeni ve arkadaşlarıyla buluşacak, tatilde neler yaptıklarını anlatacak. “Onlara Ankara’yı anlatacağım” diyor. Onu yatırıyorum, ben de uyuyorum. Gece sarsıntıyla uyandım. Yatak odasındaki dolap, şifonyer ve ayna, zangır zangır sallanıyor.
Anlıyorum, deprem oluyor. Hemen kalkıp oğlanın odasına yöneliyorum, onu uyandıracağım. Uyanmıyor, biraz sarsıyorum, kucağıma alıyorum. “Baba ne oluyor?” diyor. “Korkma oğlum, deprem oluyor.” diyebiliyorum sadece. Kucaklayıp kaldırıyorum; kapı eşiğinde ilk sarsıntının geçmesini bekleyeceğiz. Dinmek bilmiyor, hatta daha da şiddetleniyor. 2 dakika diye tahmin ediyordum, sonradan 1 dakika 20 saniye sürdüğünü öğrendim. 11.katta olduğumuz için havada baya bir tur atmışız. En korkunç 2 dakika herhalde.
İlk sarsıntı dinince kapıya yöneliyorum. Çocuk hâlâ kucağımda. Yalınayak olduğumu fark ediyorum. Kapının yanında duran terlikleri ayağıma geçiriyorum, çocuğun terliklerini de cebime sokuyorum. İki kedimiz arkada kaldı. Onlara sadece bir veda bakışı atabiliyorum. Üçünü birden kucağıma alamam. Kafesleri hazırlayacak vakit yok. Anahtarlarımı alıp kapıyı çekiyorum.
Şimdiki sorun, asansör mü, merdiven mi sorunu. 1 saniye içinde karar vermem lazım. Artçı her an vurabilir diye düşünüyorum. Sesler devam ediyor. Asansörü çağırıyorum. Merdivenlerdeyken apartman çökerse işimiz daha zor olur, hem asansör daha kısa sürecek diye aklımdan geçiriyorum. Asansör hemen geliyor, biniyoruz. Dünyanın en uzun asansör yolculuğu, bitmek bilmiyor. Oğlum kucağımda, kulağıma yaklaşıp korkuyla fısıldayarak soruyor: “Baba, ölecek miyiz?”. “Hayır oğlum, yaşayacağız” diyebiliyorum sadece. Ben ne KHK’lar, ne ihbarlar-iftiralar, ne Büyükada operasyonları, ne Silivri Cezaevi hücreleri görmüşüm son altı yılda, burada böyle ölemem şimdi, hem seninle nasıl ayrılırım, diyemiyorum tabi.
Asansörün kapısı açılıyor, apartmanın dışına çıkıp arabayı arayacağım ama nasıl bir yağmur yağıyor öyle? Sanki yukarıdan birisi hortum tutuyor. Bütün bir kış yağmayan yağmurun bütünüyle bir gecede yağacağı tutmuş. Göz gözü görmüyor karanlıkta. Tek elimle anahtarı çıkarıp düğmesini basıyorum, biraz ileride ışıklar yanıyor. Dışarıda bizden başka bir aile daha var. Alt katlardan birinde oturan komşularımız, apartmanın duvarına sığınmışlar. “Geçmiş olsun” diyoruz birbirimize. Anahtar için elimi cebime atınca çocuğun terlikleri elime geliyor. Onları arabanın önünde yere atıyorum. Oğlanı arka koltuğa bindiriyorum, terlikleri de yerden alıp ayağına geçiriyorum.
Adana Şehir Hastanesi’nin park yeri aklıma geliyor. Yakınlardaki en açık alan o. Bütün toplanma alanı diye bilinen yerlere AVM yapıldığı için sadece park yerleri aklıma geliyor herhalde o panikle. Silecekleri çalıştırıp yola koyuluyorum. Yağmurdan sokak göl olmuş. Aslanım Yüreğir Belediyesi!
Çocuk hem korkudan hem üşüdüğü için tir tir titriyor. Apartmanın önündeki arabaya gidinceye kadar, saniyeler içinde sırılsıklam olduğumuzu fark ediyorum. Arabaya binip çalıştırıyorum, hemen kaloriferi ve farları açıyorum. Park yerinden çıkarken yeni yeni apartmanlardan çıkan insanları görüyorum. Hızlı hareket ettim diye seviniyorum. Amacım, açık bir yer bulmak, çünkü apartmanlar çökerse üzerimize devrilmelerinden endişe ediyorum. Çıkan insanlar, ağlayan korkmuş suratlar, annelerine sarılan minik ve donuk yüzler…
Arabayı sitenin hemen yanındaki Yüreğir Emniyet Müdürlüğü’nün park yerine çekiyorum. Orası açık alan. Bizden başka bir iki araba daha yanımıza geliyor. Nasıl yağmur yağıyor, camı açıp konuşabilmeye imkân yok. Bereket arabanın için kırılıyor hemen, oğlana “üşüyor musun” diye soruyorum. “Ben iyiyim” diyor, “ama Aziz ile Mr. Tails’e ne olacak?” O anda bile çocuk masumiyetiyle kedilerini düşünüyor. “Onları da alırız, ama şimdi değil” diyebiliyorum sadece.
Telefonumu çıkarıyorum. Nasıl olduysa o panikle onu da cebime sokmuşum. Ankara’daki aileme mesaj atıyorum. Biliyorum ki, birazdan şebeke çökecek, insanlar telefona yığılacaklar. “Biz iyiyiz, problem yok” yazabiliyorum. Saat 04.21. Gerçekten de problem yok mu acaba?
Adana Şehir Hastanesi’nin park yeri aklıma geliyor. Yakınlardaki en açık alan o. Bütün toplanma alanı diye bilinen yerlere AVM yapıldığı için sadece park yerleri aklıma geliyor herhalde o panikle. Silecekleri çalıştırıp yola koyuluyorum. Yağmurdan sokak göl olmuş. Aslanım Yüreğir Belediyesi! “Sokak iyileştirme çalışmanız hayırlı olsun” pankartının asıldığı su kanalına dönmüş sokaktan yavaşça ilerliyorum. Artık böyle şeylere sinirlenemediğimi fark ediyorum. Yaşadığım, gördüğüm onca siyasi manyaklıktan sonra istesem bile sinirlenememek böyle bir duygu demek ki.
Ebru’yu arıyorum. Açıyor, büyük bir heyecanla “iyi misiniz?” diyor. “İyiyiz, geliyoruz hastanenin önündeki kahvecinin önünde buluşuruz” diyorum. 3 dakika sonra oradayız. Ebru arabaya biniyor. Oğlan annesine sarılıyor. Park yerinde bekliyoruz. Ambulanslar geliyor. Ebru oğlanı yukarıya odasına çıkarıyor, ısınsın diye. Birazdan beni arıyor, uyumuş.
Korku, panik… Ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha fark ediyorum. Antakyalı doktor arkadaşımızın aile apartmanları çökmüş, annesini çıkarabilmiş, Adana’ya getiriyormuş. Diğer aile fertleri, kardeşleri, abileri, yengeleri, çocuklar kalmış. 9 cenaze bir aileden…
Eve geri dönüyorum. Üzerimde cüzdan, kimlik, para hiçbir şey yok. Kediler evde. Sitedeki herkes dışarıda, park yerinde yer yok. Komşulara geçmiş olsun diyerek yukarı çıkıyorum. Kediler beni görüyorlar. Cüzdanımı alıp cebime koyuyorum. Bendeki de ne cepmiş, dünyalar sığdı diyorum içimden, gülümsüyorum. Kedilerin kafeslerini çıkarıyorum. Küçük kedi hemen geliyor zaten, ama inatçı Aziz asla girmek istemiyor, hırlıyor, evini terk etmek istemiyor. Onun kafesini ortada bırakıp diğer kafesi alıyorum. Birkaç parça eşya ile birlikte hemen iniyorum.
Sabah oluyor, Ebru nöbetten çıkıyor. Hastanenin önünde “hemen gidelim buradan” diyor. Dışarıdan bir şeyler alıp yiyoruz. Öğlen eve dönüyoruz. Acaba Adana güvenli mi diye konuşurken ikinci sarsıntı vuruyor. Bu da en geceki kadar şiddetli ve uzun. Bir artçı olamayacak kadar şiddetli ve uzun. Salonun kapı eşiğinde üçümüz birbirimize sarılarak bekliyoruz. Hafifleyince başımı uzatıp aşağıya bakıyorum. Sitenin ortasında suyu boşaltılmamış havuzun suyu çalkalanmadan ötürü taşıp bahçeye yayılıyor. Küçücük havuzda okyanus dalgası oluşmuş. Bir değil, iki felaket art arda! Eşi benzeri yok, o yüzden başka felaketlerle bunu karıştırmamak lazım.
Karar veriyoruz, elimize ne geçtiyse bir çantaya doldurarak çıkıyoruz. Biz oğlanla Ankara’ya yola, Ebru doktorların izin alması mümkün olmadığından hastanedeki odasına. “En güvenli yer hastane binası şu an” diyor, “raylı sistemle yapmışlar, yıkılmazmış, hem benim odam en üst katta”… Sarılarak vedalaşıyoruz. Gaza basıp Ankara’ya geliyorum. Gelirken kar, tipi, fırtına, orası ayrı macera…
İki saat gece karanlığında Kulu kavşağına yakın bir yerde, yolun ortasında, tıkanmış trafikte, tipi altında bekleyerek Ankara’daki eve ulaşıyoruz. Duraklamalarda sürekli arkadaşlarımla konuşuyorum. Korku, panik… Ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha fark ediyorum. Antakyalı doktor arkadaşımızın aile apartmanları çökmüş, annesini çıkarabilmiş, Adana’ya getiriyormuş. Diğer aile fertleri, kardeşleri, abileri, yengeleri, çocuklar kalmış. 9 cenaze bir aileden…
Ertesi sabah Ebru’yla konuşuyoruz. “Ben iyiyim, ama burası çok kötü, sürekli ambulanslar giriş yapıyorlar, ortopedist arkadaşlar sabaha kadar çocuk ampütasyonu yaptılar” diyor. O an gözümden iki damla yaş süzülüyor…