Hukuk iktidar sahiplerinin silahı değildir, bir gün herkese lazım olacağı tartışılmaz bir hassasiyete sahiptir. Bu ‘’terazi’nin’ ayarının bozulması, telafisi imkansız sosyo-kültürel travmalara da kapı aralamaktadır. Hukukun üstünlüğü ilkesi, demokratik düzenlerde temel bir ihtiyaç özelliğine sahiptir. Demokrasilerin varlığını sürdürebilmesi adına olmazsa olmaz temel ilkelerin en başında gelen hukukun üstünlüğü ilkesini içselleştiremeyen bir devlet yapılanmasında, kişi hak ve hürriyetlerinin de adil bir şekilde güvence altına alınması beklenemez ve hatta aksi ihtimali, kuvvetle muhtemel bir sonucu doğuracağı için ‘’hukukun üstünlük derecesi, hukukun var olmasından daha önemli’’ bir durumu teşkil etmektedir. Dolayısıyla hayata geçmeyen ve yalnızca kâğıt üzerinde kalan hukukun, o kâğıttaki mürekkep kadar öz kütlesel bir ağırlığı bulunmaktadır. Hukuk devleti anlayışı, yaşanan kültürel gelişmeler ışığında 18. yüzyılın sonlarında bir değişime uğrayarak modern manada yasaların etikten ayrı ve kendine özgü bir alanda, bireylerin pratik zekâlarıyla ürettikleri mekanizma olarak devlet ve yasa yapıcı tarafından düzenlenen bir mahiyete bürünmüştür. Modern hukuk; adalet ve etik ile sarılı olan bağlarından sıyrılarak mevcudiyetini devam ettirebilmek adına bir önceliğe gereksinim duymayan bir irade biçiminde tezahür etmiştir. Bu bakımdan hukuk, salt devlet iradesi tezahürü özelliğinden dolayı adil bir önem taşıyan şekli bir irade bütünüdür. Ancak zaman geçse, çağ değişse de hukukun ‘’üstünlük ve bağlayıcılık’’ şeklinde değişikliğe uğramayan temel ‘’tartışılmazları’’ bulunmaktadır. Hukuk devletini şekillendiren “kanun üstünlüğü ve bağlayıcılığı” ilkesi, siyasal iktidarın pratiğine bir sınır çizerek kişi hak ve hürriyetlerini güvence altına almaktadır. Kişilerin siyasal iktidarın müdahale edemeyeceği bir özgürlüğe nail olması, hukuki bir özerklik alanının var olması anlamına gelirken bu alanı yaratan temel güç ise; hukuk güvenliği ilkesi olmuştur. Ancak doğal hukukun öngördüğü ‘’eşyanın tabiatına dayanarak herkesin aklıyla keşfedebileceği yasalar” retoriği,  devamlı ve güvenceli bir hukuk düzeni inşa etmek hususunda yetersiz kalmaktadır. Hukuku yürüten iradenin kişisel tercihlerince şekillenmeyen, herkes için adil bir biçimde işlemesi gereken hukuk; temel hak ve hürriyetlerin ve yasalar önünde eşitliğin sağlanmasındaki en büyük ilkeler bütününü kapsamaktadır. Bir taraftan da kanun koyucu ve yürütücüsünün iradesini temsil eden hukuk, hegemonyanın cereyanı olarak devletin zor kullanma gücünün de zeminini oluşturmaktadır. Esasında hukukun siyasal iktidarın tezahürü olarak belirmesi, doğal hukuk felsefesinin uzak durduğu bir yaklaşım değildir. Ancak hukukun üstünlüğü ile insan hak ve hürriyetlerinin muhafazası arasındaki ilişki, devlet ya da siyasal iktidarın üstlenmesi gereken en önemli toplumsal fonksiyonların başında gelmektedir. Keza gelişmiş demokratik toplumlar günümüzde kendi güvenliğini kendi iradesinin bir tezahürü şeklinde algıladığı yasalara bağlamakta ve salt halk iradesi temelli olduğu için mutlak doğrunun temsilcisi hukuk ve onu yürüten irade haricinde başka bir güce biat etmemektedir. Demokrasilerin bir getirisi olarak iktidarın icrasındaki en önemli temel ölçüt hukukun üstünlüğü ilkesidir. Aksi uygulamalarda bir keyfiyet iktidarının diktatoryaya dönüşümü kaçınılmaz olacaktır. Bir hukuk sisteminde devletin yürütme, yasama ve yargı yetkilerinin tanımlanıp işleyişini çizen temel kanunlar ve bu kanunları çerçeveleyen bir anayasanın bulunması ve o anayasaya sadık kalınarak yürütülen bir sistematiğin bulunması gerekmektedir. Bu sistematik; kişi, kişiler, siyasi parti ve gruplar üzerinde ve her türlü ideolojiye uzak bir mahiyete sahip olmalı, aksi takdirde buna benzer temel çerçevelerin çizilemediği düzenlerde, hukukun üstünlüğü ilkesinin hayatta kalabilmesi mümkün olamadığı gibi demokrasilerin de varlığını sürdürebilmesi çok düşük bir ihtimaldir. Her yıl ‘’Hukukun Üstünlüğü Endeksi’’ni yayınlayan The World Justice Project (WJP), hukukun üstünlüğü ilkesini dört temel prensiple bağdaştırmaktadır. Bu bakımdan her bireyin eşit statüyle hukuk karşısında hesap verebilir olması, kanunların açık ve anlaşılır olması, temel hak ve hürriyetlerin muhafaza edilmesi, WJP’nin hukukun üstünlüğü ilkesindeki olmazsa olmazlarını oluşturmaktadır. Ayrıca kanunları oluşturulması, idaresi ve pratize edilmesi süreçlerinin erişilebilir, adil ve etkin olması gerektiğini vurgulayan WJP, adalet terazisinin yetkili, tarafsız ve bağımsız kişilerin elinde olması mecburiyetini de hatırlatmaktadır. Hukuk, siyasal iktidar sahiplerinin dönemleri boyunca kullanabilecekleri bir silah değil, bir gün herkese lazım olacağı tartışılmaksızın adil bir hassasiyete sahiptir. Bu hassas ‘’terazinin’’ ayarının bozulması, siyasal ve toplumsal tüm dengelerin yerle yeksan olmasına yeterli bir neden oluşturacağı gibi ihtimali doğrultusunda, telafisi mümkün olmayan sosyo-kültürel travmalara da kapı aralamaktadır. Zira hukukun üstünlüğü ilkesinin dejeneresiyle ortaya çıkan ‘’üstünlerin hukuku’’ anlayışı, demokratik toplumlardaki birlik ve beraberlik duygusunun zeminine dinamit döşeyen en önemli tuzakların başında gelmektedir.