Suçun tamamını sisteme yüklemek yanlış; zira gücün tek elde toplandığı her ülke Cumhur İttifakı Türkiye’si gibi tepetaklak olmadı. Örneğin Lee Kuan Yew’un ‘diktatörlüğünde’ Singapur kişi başına düşen gelirini 400’den 72 bin dolara çıkarttı.
Demokrasi olmadan da zenginlik olur. Ama insanca bir yaşamın garantisi olmaz.
Türkiye’de muhalefet Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem zemininde bir araya gelince bütün kötülüklerin babası bir anda Başkanlık Sistemi ilan edildi. Bu hem doğru hem yanlış.
Doğru; zira hangi veriyi ele alırsanız alın, yeni sistemin yürürlüğe girdiği 2018’den beri işler kötüye gidiyor. Kişi başına düşen milli gelirden hukuka güvene, dışarıdan gelen yatırımdan Merkez Bankası rezervlerine kadar dibi gören her istatistikte kırılmanın sistemin yürürlüğe girdiği yıl olması tesadüf değil.
Bunun sebebi sadece gücün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın etrafında toplanması değil; aynı zamanda çalakalem hazırlanmış bu yeni Anayasa ile efektif bir devlet yönetiminin mümkün olmaması. Büyükelçiliklere şef alırken bile Saray’dan icazet gereken bir sistemin başına kimi koysanız kısa devre yapar.
Ama suçun tamamını ‘sistem’e yüklemek bir o kadar da yanlış; zira gücün tek elde toplandığı her ülke Cumhur İttifakı Türkiye’si gibi tepetaklak olmadı. Lee Kuan Yew’un ‘diktatörlüğünde’ Singapur kişi başına düşen milli gelirini 400 Dolar’dan 72 bin Dolar’a çıkarttı. Türkiye’nin 10 katı iyi bir başarı bu.
Otoriter lider Yew’un Singapur’u, şarkıcıların bir kültür kavgası sebebiyle tutuklandığı değil, toplumun yüzde 90’ının ev sahibi olduğu bir ülkeye dönüştü. Ve bu oran her kimlikten vatandaş için eşittir.
Fakat Yew Singapur’uyla Erdoğan Türkiye’si arasında önemli farklar var. Her otoriter sistem birbirinin aynısı değil sonuçta.
Yew, Singapur’un hikayesini “Üçüncü Dünya’dan Birinci Dünya’ya” isimli kitabında yazdı. Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışanların sonucu belli olduğu için bir kere o yolu gitmiş olandan özetleyelim.
Öncelikle Singapur’da otoriterlik, ülkeyi kamplaştırarak yönetmek üzerine kurulu değildi. Ülke, bugün olduğu gibi, Yew yönetiminde bağımsızlığını ilan ettiğinde de farklı etnik kimliklerin bir arada yaşadığı bir coğrafyaydı. Yew, yerel -yani ‘çoğunluk’- halkın sözcüsü olup, kimlik üzerinden siyaset yaparak Singapur’u yönetmedi. Tam tersi, ülke yönetiminden konut politikalarına kadar, yönetiminde her kesimi gözetmeyi ilk gününden itibaren bildi. Neticede Singapur, şarkıcılarının bir kültür kavgası sebebiyle tutuklandığı değil, toplumun yüzde 90’ının ev sahibi olduğu bir ülkeye dönüştü. Ve bu oran her kimlikten vatandaş için eşittir.
İkincisi, Yew için iktidarını sürdürmenin önkoşulu çevresindeki birkaç aileyi değil; Singapur’un tamamını zengin etmekti. Bu yüzden de otoriterlik şemsiyesine sığınıp siyaseti bir kirlilik aracına dönüştürmedi. Tam tersine, Singapur’da siyasetçiler, on yıllardır, her zaman ülkenin en yetenekli ve başarılı insanlarından seçildi. Meclis’te milletvekilleri, Parlamento’ya uğramadıkları halde güzel güzel paralar kazanmadılar; tıpkı rekabetin yoğun olduğu bir şirket gibi, vekiller de üretkenliklerine göre maaş aldılar. Parti içinde kısır siyaset yapıp, genel başkana yakın durmak değil; ülkeye dair orijinal söz söylemek ve politika üretmek siyasi başarıya dönüştürüldü. Bakanlara milyon dolarlar ödeyen Yew’a, “Kamu hizmetiyle bu yönetim anlayışı zıtlaşmıyor mu?” sorusu sorulduğunda Başbakan, “Muhteşem kabiliyetler gerektiren işlerin üstesinden muhteşem kabiliyetlere sahip insanlar gelirler. Eğer siz, ‘muhteşem’ sonuçlar beklediğiniz insanlara vasat teşvikler verirseniz; vasata razı olmak zorunda kalırsınız” cevabını verecekti.
Yew’un Singapur’una bakılırsa otoriterlik de -tıpkı- demokrasi gibi iyi işletilebilme potansiyeline sahiptir. Halbuki Türkiye’de sadece bir demokrasi krizi yok. Yönetilemeyen bir otoriterlik krizi de yaşıyoruz.
Üçüncü olarak Yew, bir radikal gerçekçiydi. İktidarının gücüne kanıp, kendine olmayacak roller biçmedi. İngilizler ülkesini terk ettikten sonra, bağımsızlığını yeni kazanmış bir ülkenin ucuz milliyetçiliğini yapıp, toplumu Çince konuşmaya zorlamadı; hâlâ İngilizce konuşurlar. Hatta Çin lideri Mao Zedong ile bir görüşmelerinde “Siz de artık ana dilinizi mi konuşsanız” sorusunu duyunca, “Ölümü çiğnemeniz gerekir” cevabını verdi. Yüzyılın dilinin İngilizce olacağını bilmesi yeterliydi.
Son olarak Yew, kısa vadeli siyasi puan avcılığı yapmadı. Singapur için uzun vadeli ve rasyonel bir siyaset izledi. Örneğin, bağımsızlık ilan edildikten hemen sonra Başbakanlık Ofisi ile ülkedeki tek havaalanı arasındaki yolun yeniden tasarlanmasını emretti. Bu boş arazi üzerine, hayallerindeki Singapur’u yansıtacak bir yol inşa ettiler: Yeşil ile gökdelenlerin buluştuğu, canlı pazaryerlerinde çalışma ahlakının gösterildiği bir Singapur minyatürü kuruldu. Ülkeye gelen her yatırımcı, Başbakan ile görüşmeden önce o Singapur hayaline tanık oldular.
Ülke zenginleşirken de Yew, kendi kısa vadeli popülaritesini yükseltecek politikalar izlemedi. Mesela ülkede sosyal devleti, devlete bağımlı kitleler yaratmak için kullanmadı; kendisi ve çevresinin zenginliği için ahbap-çavuş kapitalizmine yol vermedi. Üstünlerin hukuku hiçbir zaman kurulmadı. Ülke, her koşulda, rekabetçi bir iş dünyasına ve iş etiğine sadık bir topluma sahip oldu. Yew, “Bu küçücük ülkemizi dünya standartlarına taşımak için gerçekçilikten başka şansımız yoktu” dedi.
Dolayısıyla, otoriterlik de -tıpkı- demokrasi gibi iyi işletilebilme potansiyeline sahiptir. Demokrasinin üstünlüğü, niyeti iyi olsa da kabiliyeti sınırlı liderlerden kurtulma şansını topluma vermesidir. Bu, insanca ve onurlu bir yaşamın garantisidir.
Türkiye’de sadece bir demokrasi krizi yok. Yönetilemeyen bir otoriterlik krizi de yaşıyoruz.
Bunun her ne kadar sorumlusu belli olsa da Türkiye’yi bu cenderenin içinden yetenekli bir otoriter lider de çıkaramayacak. Zira Türkiye’de siyasetin vasata hapsolmuşluğu, partiler üzeri bir durum. İktidarı daha kazanmadan iktidar savaşı verenler de bunu kanıtlamaya çalışıyor adeta.
Yew, kendinden önce gelen sistemin yıkılışının üzerine Singapur’u inşa etmişti. Türkiye’nin de artık bir lider değil, jenerasyon ve zihniyet değişimine ihtiyacı var.
Ahbap-çavuş siyasetiyle bir yere kadar.