İnsanlar çaresiz. İnsanlar endişeli; dahası umutlarını yitirmiş durumda. Eşitsizlikler artıyor; fakirlik yaygınlık kazanıyor. Neredeyse her gün ekonomik nedenlerden dolayı bir intihar olayı yaşanıyor. İnsanların yaşanılanlara anlam vermeleri giderek zorlaşıyor. Peki, ama ne olmuştu? Daha son zamanlara kadar Cumhuriyet’in 100. yılı için çok önemli hedefler koyan, dünyanın en büyük ilk 20 ülkesi arasına girmeyi amaçlayan, gelişmişlik bakımından “sınıf atlamaya” hazırlanan bir ekonomiden nasıl bu durumuma gelinmişti? 2000’lerin ilk yıllarında uluslararası camia bir Türk mucizesinden bahsederken, bugün merkez bankasının sahip olduğu rezerv varlıkların büyük bölümü bir hiç uğruna tüketilmiş bir ekonomiye dönüşmemiz nasıl gerçekleşti?  Acaba bu, geçmişin “abartılı” değerlendirilmesiyle yaratılan bir algının sonucu muydu? KAZANILMIŞ BİR BAŞARI MIYDI? Aslında geçmişte sağlanan ekonomik başarılar ve beraberinde gelen zenginliklerin önemli bölümü iyi bir ekonomik yönetim sonucunda elde edilmediği için süreklilik arz etmedi, kalıcı olamadı. Ekonomik yapıda gerekli değişim gerçekleştirilemedi. Tarımda çeşitli alt kesimlerin gelirlerinde ortaya çıkan düşüşlerin önüne geçilemedi.  Üreten, kaynak yaratan bir ekonomiden ziyade, tüketen ve kaynak harcayan bir ekonomi haline gelindi. Bunda etkili olan nedenlerden biri de çok uzun süre nispi fiyatların ekonominin üretim yapısıyla uyumsuz bir şekilde oluşumuna izin verilmesidir.  Aslında bu o günlerde iktidardaki gücünü arttırmaya çalışan AKP için ekonomik bir gereklilikten ziyade, siyasi bir zorunluluktu. AKP’li siyasi kadrolar geniş kitlelerin siyasi desteğini arttırmanın, onlara sağlayacakları refah artışlarının sonucunda mümkün olacağının farkındaydılar ve nispi fiyatların o günlerdeki gelişimi bu refahın oluşturulmasında büyük bir imkân sağlamaktaydı.  Bunlara ek olarak 2015 sonrasında siyasi yönetimin Ortodoks iktisadın gereklerine aykırı olarak alışılagelmiş iktisadi beklentileri zorlaması bizi bu noktaya getirdi. 2001 krizinin beraberinde getirdiği çöküş, toplumun tüm kesimlerinin uygulanan ekonomik reformların arkasında kenetlenmesine yol açmıştır. Reform dönemindeki ekonomi yönetimi, AKP’nin ve onun temsil ettiği siyasi geleneğin görüşleri doğrultusunda oluşturulan bir yönetim olmamıştır.  Bu ekonomi yönetiminin uygulamaları son derecede ortodoks, yerli ve yabancı yatırımcıların ve iş dünyasının beklentilerini karşılamaya yönelik uygulamalardan ibaretti.  Ancak elde edilen sonuçlar herkesin menfaatine olunca, bu konuda ciddi bir siyasi direnç de gösterilmedi. Reformlar ve bu dönemdeki elverişli uluslararası konjonktür enflasyon ve faizlerde ciddi düşüşlere yol açmış, döviz kurunda da uzun süre görülmemiş bir istikrar sağlamıştır.  Bu gelişmeler o günlerde “iyi makroekonomik yönetimin” işaretleri olarak kabul edilmiş ve elde edilen bu sonuçlar AKP’nin başarı hanesine yazılmıştır.  Bu olumlu gelişmeler ışığında TL varlıklar değer kazanırken, Türkiye’ye yönelik sermaye girişleri hızlanmıştır. Bu şekilde oluşan döviz bolluğu TL’nin değer kazanmasına yol açmıştır.  Dışarıdan sermaye girişleri devam ettiği müddetçe bundan şikâyetçi olunmamıştır. TÜRK MUCİZESİ Mİ? Geçmişte TL’nin değer kazanmasının iki önemli sonucu oldu. Birincisi, uzun süredir devam eden ve kırdan kente göç şeklinde ortaya çıkan toplumsal dönüşümün maliyeti aşırı değerli TL’nin sağladığı imkânlarla karşılandı.  Döviz bolluğunun yol açtığı değerli TL ile göçle kentlere gelen ve sanayi de istihdam imkânı bulamayan kesimlerin,  hizmet, inşaat ve hatta turizm gibi sektörlerde istihdam edilebilmesi için bu alanlardaki iktisadi faaliyetlere canlılık ve karlılık sağlandı. Tarımda azalan gelirler, kentlerde bu sektörlerde girişimci ve/veya ücretli olarak çalışanların elde ettikleri gelirlerle telafi edildi. Bu alanlardaki istihdamın sürekliliğini temin edebilmek için, salt ülke içindeki ekonomik ihtiyaçların karşılanmasına yönelik üretim faaliyetinde bulunan bu sektörlere yönelik çeşitli teşvikler uygulandı. Teşviklerin en başında, bu faaliyetlere yönelecek talebin finansmanını kolaylaştıracak kredi mekanizmasının devreye sokulması gelmektedir. Uzun süre dış finansman kaynaklarıyla desteklenen kredi genişlemesinin en önemli ayağı bu mekanizma olmuştur.  Bu sektörlerin önemli bölümünde verimliliğin düşük olduğu düşünülürse, böyle bir politikanın son derecede maliyetli bir politika olması da kaçınılmazdır. Sürdürülebilirliği ise TL’nin değerli olmasını temin eden sermaye girişlerinin devamına bağlıdır. TL’nin değerlenmesinin ikinci sonucu ise,  üretiminin ağırlığı yerel nitelikli, uluslararası ticarete konu olmayan mallardan oluşan kesimlerin refahını arttırmasıdır. Bu bir bakıma kurlar üzerinden elde edilmiş, yapay bir refah artışıdır.  Kredi genişlemesinin sağladığı talep artışlarıyla yükselen bu faaliyetlerin fiyatları buralarda istihdam edilenlerin gelirlerinde göreli bir artışa yol açmış, bu kesimlerde istihdam edilenlerin zenginleşmesine imkân yaratmıştır. Özellikle göçle kentlere gelenlerin, hizmet ve inşaat gibi sektörlerde istihdam edilenleri aradıkları zenginliği bu yolla kentlerde bulabilmiştir. Bu durum o günlerde AKP’nin bir başarısı olarak görülürken, birtakım yabancı gözlemciler de bunu “Türk mucizesi” olarak adlandırmışlardı. VE GERÇEKLER Son günlerde kamuoyuna açıklanan reel efektif kur istatistikleri bu açıklamalarla uyumlu sonuçlar göstermektedir. Aslında bu değişken kabaca bir nispi fiyattır ve tamamıyla yurt içinde geçerli olan fiyatlar ile yurt dışı piyasalardaki fiyatlar arasındaki ilişkiyi yansıtan bir değişkendir. Türkiye’deki üretimin veya satın alınacak belli bir sepetin yurtdışındakine göre ne kadar pahalı veya ucuza mal olduğunu anlamamıza yardımcı olmaktadır. Bu itibarla yerli ve yabancı satın alma güçlerinin karşılaştırması bu veriler vasıtasıyla yapılabilir. Grafik 1’de bu satın alma güçlerine ilişkin endekslerdeki değişim oranlarının birikimli değerleri gösterilmektedir. Hesaplanan bu değerlerin 0’dan büyük olması yerel paranın yabancı malları satın alma gücünün daha yüksek olduğuna, 0’da küçük olması da daha düşük olduğuna işaret etmektedir. Türkiye ekonomisinin uluslararası rekabet gücünü göstermek için kullanılan bu istatistiklerin son zamanlarda göstermiş olduğu eğilim dikkat çekicidir. Grafikte aynı değişkenin iki farklı şekilde hesaplanmış değerleri görülmektedir. Bunlardan kırmızı olanı belli tüketim mallarının TL ve döviz ile satın alma güçlerinin karşılaştırması yapılmaktadır. Siyah ile olan ise birim işgücü maliyetleri üzerinden satın alma gücü karşılaştırması gösterilmektedir. Türkiye’deki birim işgücü maliyetini karşılaştırmak için referans alınan maliyetler Türkiye’nin ticaretinde ağırlığı olan gelişmiş piyasa ekonomilerindeki birim işgücü maliyetleridir. TÜFE bazlı reel efektif kura baktığımızda, birikimli değişim oranının 2015 yılına kadar sıfırın üstünde seyrettiği görülüyor. Bu TL’nin ve TL gelirlerin tüketim mallarını satın alma gücünün, o günkü nominal kur düzeyinden “aşırı” derecede yüksek olduğuna işaret etmektedir. Bu pozitif fark, oluşan kur seviyesi üzerinden ülkemize ek bir refah artışı olarak yansımıştır. Özellikle tarımdan kentlere göçen nüfusun bu dönemde kentlerde tutunabilmek için ihtiyaç duyduğu zenginliğin kaynağı bu olmuştur.  Kur istikrarı ve düşük enflasyon ise bu refah artışının uzun süre sürdürülmesinin arkasındaki en önemli nedenlerdir. Ancak bu durum 2015 yılından sonra değişmiş, tersine dönmüştür.  Refah artışı yerini, refah kaybına bırakmıştır.  Önce kurlarda kaybedilen istikrar, ardından yurtiçinde artmaya başlayan enflasyon, TL’nin ve TL olarak elde edilen gelirin dövize göre satın alma gücünde azalmaya neden olmuştur. Bu da ciddi bir refah kaybına yol açmıştır. Bu sonucu destekleyen bir diğer gösterge ise, birim işgücü maliyetlerini dikkate alınarak yapılan reel efektif kur seviyesidir. Bu değişkenin bizim için bir diğer önemi ise, birim işgücü maliyetinin üretimdeki rekabetçiliğin bir göstergesi olarak dikkate alınabilmesidir.  Bu, işgücü maliyetlerin kaynağı olan ücretlerin nispi satın alma gücü olarak da düşünülebilir. Yani, TL cinsinden ücret geliri elde edenlerin satın alma gücünün bir göstergesidir aynı zamanda. Bu değişken de 2016 yılına değin sıfırın üstünde seyretmiş ve Türkiye’de ücret geliri elde edenlerin göreli olarak yüksek satın alma gücü ve refahına işaret etmektedir. Öte yanda, üretimde bir rekabet gücü kaybı anlamına gelebilecek bu durum, ücret geliri elde edenlerin satın alma güçlerindeki bir artış olarak yorumlanabilir. Maalesef bu rekabet gücü kaybının yarattığı nakit açığı ise ilgili dönemde dışarıdan yapılan borçlanmalarla telafi edilebilmiştir. Uluslararası rekabet gücündeki bu kaybın arkasında, ülkenin üretim yapısıyla uyumlu olmayan bir kur seviyesinin rol oynadığını söylemek mümkündür.  Öyle ki, uluslararası ticarete konu olabilen bu malların üretimindeki birim ücret maliyetinin ticaret yaptığımız partner ülkelerimizdeki maliyetlerden yüksek olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir politika ve böyle bir kur politikasının tercih edilmesinin ciddi bir siyasi nedeni vardır. Zira, bu değerlerin sıfırdan büyük olması, kurların baskıyla elde edilen düşük nominal kur ve enflasyon nedeniyle üretim sürecinde rol alan çalışanlara ek bir refah transferi olarak anlaşılabilir. HAK EDİLMEMİŞ REFAH Çok daha önemlisi, burada kaybedilen rekabet gücü sadece yurtiçine yönelik mal üreten kesimlere yönelik gerçekleştirilmiş bir refah transferi olarak da düşünülebilir.  Bu kesimler uluslararası düzeyde bir rekabetin konusu olmasalar bile, son yıllarda göçle kentlere gelen kesimlerin ihtiyaç duydukları gelir artışlarını ve refahı sağlamıştır.  Ancak 2016 yılından sonra bu refah dönemi bitmiş, yeni bir dönem açılmıştır. Geniş kesimlerin gelir elde ettiği bu alanlarda refah kayıpları ve fakirleşmeler baş göstermiştir. Elbette 2016 öncesi nominal kur düzeyleri üretim düzeyi ile uyumsuz ve sanal manada bir bakıma “hak edilmemiş” bir refahın farklı kesimlere transfer edilmesine ve ülkemizdeki nüfus hareketlerinin maliyetini karşılamaya hizmet etmiştir.  Ancak şimdilerde ulaşılan nominal kur seviyeleri de aynı derecede üretim yapımız ile uyumsuz ve hak etmediğimi oranlarda refah kayıplarıyla bizleri karşı karşıya bırakmaktadır. Bu sürdürülemez.  Zira bu eğilimin sürmesi ekonomi çapında yaygınlığı artan bir fakirliğe yol açacak ve toplumda siyasi manada arayışları tetikleyecektir. Bu düşüş eğiliminin bir an önce tersine çevrilmesi gerekmektedir. Bunun gerçekleşmesi, büyük ölçüde düşük enflasyon ve makroekonomik istikrara ihtiyaç duymaktadır.  Şimdi iktidar hale devam eden bu toplumsal hareketliliğin maliyetleriyle geçmişte olmadığı kadar fazla karşı karşıya kalmaktadır. Fakat bununla baş edecek ne elverişli nispi fiyatlar ne de dış kaynak mevcut değildir. Bu durum iktidar ve Türkiye için ciddi bir sorundur ve çözüm beklemektedir.  Ancak mali kaynak eksikliği bir yana iktidarın bunu sağlayacak ne siyasi kararlılığa da sahip olmadığı görülmektedir. Siyasiler açısından bilinmesi gereken ise, geçmişte başarılı bir şekilde uygulanmış olan bu politikalarla artık gidilecek “yolun sonuna” gelinmiş olmasıdır. Bu yolda ısrar etmek sadece mevcut sorunların artmasına yol açacaktır.