Geçenlerde CHP’li Sezgin Tanrıkulu’nun soru önergesine Bakan Lütfü Elvan bireysel kredi müşteri sayısının 34 milyon kişi olduğu yönünde yanıt vermişti. Bu oranlar Türkiye’nin neredeyse 3’te 1’inin borçlu bir hayat kurduğunu gösteriyor. Türkiye ekonomisi 2001 krizinden sonra ilk defa bu denli bir krizin içine düşüyor. Artık her gün artması olağan bir hale gelen kur artışı Türkiye ekonomisini iyice içinden çıkılmaz ve etkileri uzun yıllar hissedilecek olan bir halin içinde bırakıyor. Türkiye’nin kötü giden ekonomi politikalarından son yıllarda sadece ekonomi bakanları sorumlu oldu. Erdoğan’ın üstlenmek istemediği bu bilançonun sonuçlarını “görevden aflarını” isteyen bakanlar üstlendi. Son maliye ve hazine bakanı Lütfü Elvan da istifa etti ve yerine yardımcılığını yapan Nureddin Nebati atandı. Nureddin Nebati düşük faizi savunan ekonomi politikalarıyla öne çıkıyor ve kendisinin nasıl bir tablo ortaya çıkaracağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Toplumsal ekonomik buhranın sonuçlarını oldukça çetin bir şekilde ödüyor ve Türkiye’nin geleceğini ise ekonomik açıdan kolayca öngörmek zor. Peki Türkiye toplumu bu krizden nasıl etkileniyor? Son zamanlarda sosyal medyada sokak röportajları dolaşıyor. Kimileri milyonlarca kez izlenen bu sokak röportajlarının olduğu videolarda özellikle gençler işsizlikten ve hayat pahalılığından yakınıyor. AK Parti yöneticileri ve AK Parti’nin kemik seçmenleri Türkiye’de herhangi bir ekonomik bunalımın olmadığını ispat etmeye çalışıyor. Ekonomik bunalımın olmadığını ispat etmeye çalışanlar genelde toplumun tüketim alışkanlıklarından yola çıkıyor. Kamuoyunda hayli yaygın olan popüler ama sığ yoruma göre kişiler tüketmeye devam edebiliyorsa ekonomik kriz yoktur. Halbuki gelişmişlik düzeyi yüksek Amerika ve Avrupa gibi ülkelerde insanların borçlanarak tüketmeye devam etmeleri dikkat çekici bir olgu. 2008’de ABD merkezli başlayan finansal krizden sonra tüm dünyada kırılgan bir ekonomik zemin oluşmaya başladı. Türkiye ekonomisi, Erdoğan’ın tabiriyle bu krizden “teğet” geçse de uzun vadede etkilerini hissetmeye başladı.  Türkiye toplumu da tıpkı ABD ve Avrupa toplumları gibi borçlanarak tüketmeye devam ediyor. Yani tüketimin hız kesmeden devam etmesi ekonomide yolunda giden bir durumu değil tersine uzun vadede daha yapısal ve toplumsal krizlerin belireceğini haber veriyor. Çünkü Türkiye’de önemli sayıda insan tüketmeye borçlanarak devam ediyor. İtalyan aktivist ve neo-marksist Maurio Lazzarato, 1990’dan sonra ortaya çıkan neo-liberal politikalarla şekillenen dünyanın borçlandırılmış bir toplum yarattığını iddia ediyor. Lazzarato borç olgusunu bir politik mesele olarak ele alıyor. “borç, siyasal olarak, her bireyi borçlandırılmış ekonomik özneye dönüştürmek için 'etik - politik' inşa sürecini kullanır. Ve sömürür.” (Borçlandırılmış İnsanın İmali, s:49.) Neo-liberal dönemin hükümetleri borcu toplumların üzerlerinde yeni bir koz olarak kullanıyor. Üstelik borcu bir ahlaki mesele olarak da yeniden topluma dayatıyor hükümetler. Türkiye’nin yöneticileri de toplumun borçlanarak tüketmesini ve yaşam kurmasını olağan bir şeymiş gibi gösteriyor. Erdoğan her seferinde faiz karşıtı ve yer yer hamasi söylemleri öne çıkararak ahlaki ve etik değerleri savunduğunu iddia etse de Türkiye’nin önemli bir kesimi borçlu bir şekilde yaşamını sürdürüyor. Geçtiğimiz aylarda CHP milletvekillerinden Sezgin Tanrıkulu’nun Türkiye’deki borçlanma istatistikleriyle ilgili olarak verdiği soru önergesine görevinden henüz istifa eden maliye ve hazine bakanı Lütfü Elvan bireysel kredi müşteri sayısının 34 milyon 119 bin 250 kişi olduğu yönünde yanıt vermişti. Bu oranlar Türkiye’nin neredeyse üçte birinin borçlu bir hayat kurduğunu gösterir. Borçlar Türkiye’de de tıpkı dünyada olduğu gibi yeni bir insan türünün doğmuş olduğunu haber ediyor: borçlandırılmış insan. “Borçlu "özgürdür" ama eylemleri, davranışları sözleşmeyle altına girdiği borcun tanımladığı çerçevenin sınırlarında kalmak zorundadır. Bu durum birey için olduğu gibi nüfusun tamamı ya da bir toplumsal grup için de geçerlidir. Borucunuzu ödemeye uygun bir yaşam tarzı benimsediğiniz ölçüde özgürsünüzdür.” (Borçlandırılmış İnsanın İmali, s:52.) Toplumun borçlarını ödemeye göre kurduğu hayat düzeni daha en başından sınırlar getiriyor. Bunun en çarpıcı örneğini üniversite öğrencilerinde görebiliyoruz. Çok sayıda öğrenci daha okul sıralarından itibaren gerek devlete gerekse de özel bankalara borçlanıyor. Geleceklerini ödeyecekleri borçlara göre inşa etmeye başlıyorlar. Cep telefonu almak veya dışarda yemek-içmek gibi sosyal faaliyetlere harcanan bütün ödemeler daha fazla borçlanarak gerçekleşiyor. Hızla büyüyen borçlular ordusunun yarattığı ve şekillendirdiği yeni toplum daha büyük sosyal krizlere gebe olunabileceğini gösteriyor. Özellikle Türkiye gibi istikrarlı bir demokrasiden yoksun toplum için borçlanarak büyüyen bir toplum daha fazla endişe demek. Birbiri ardına değişen hazine ve maliye bakanlarını hesaba katarsak Erdoğan liderliğindeki yönetim Türkiye toplumuna daha önce olduğu gibi istikrar ve güvence veremiyor. Ekonomi alanında gerçekleşen kriz ve karışıklıklar insanların yalnızca ceplerini tehdit eden değil aynı zamanda demokratik haklarını da tehdit eden bir olgu olacak her geçen gün. Geçtiğimiz haftalarda Devlet Bahçeli’nin merkez bankasının bağımsızlığı elinden alınmalıdır çıkışını düşünürsek ekonomik krizin demokrasi kültürünü de tehdit eden bir oldu olduğu daha da belirginleşir. Tam bu noktada Yunanistan’ın Syriza dönemindeki popüler ve önemli ekonomi bakanı Yanis Varoufakis’e kulak vermek oldukça önemli. Şöyle diyordu Varoufakis: “Her kriz görevlilerin gücünü daha da artırır, çünkü kamuoyunda pisliği ancak onların temizleyebileceği izlenimi vardır. Mesele şu ki, problemi yaratmış olanların uygulayacağı "çözümler" daha da merkezileşmiş ve karmaşık bir güç yaratacak ve bu da suçluyu daha da vazgeçilmez kılacaktır.”  (Küresel Minotauros, s:66.)