Logos mitin bulanık sularından karaya doğru yürüyen insanın ilk düşünsel macerasıdır. Ancak sudaki canavarlar elbette karada da karşımıza çıkar. Geçen bölümü, Pre-Sokratik dönem içerisinde “tanrısallık” başlığı altında, doğudan gelen dini ve felsefi etkileşimler üzerine birkaç kelâm ederek bitirmiştim. Doğruyu söylemek gerekirse bu konu felsefe tarihinin diğer konuları gibi o kadar kapsamlı ve yorucudur ki, okura bu konuda “kompakt” veya hazmedilmesi kolay bir bilgi vermenin imkânının olmadığı kanaatine vardım.  Bu sebeple okurlardan biraz daha sabretmesini istiyorum. Yalan söylemeyeceğim; felsefe bilgisi tıpkı edebiyat veya sosyoloji bilgisinde olduğu gibi literatüre dair en azından temel bir seviyede okuma bilgisi ister. Eğer okur bu konulara ilişkin temel felsefe bilgisinden yoksun olduğu hâlde, bu köşedeki yazılara güvenerek bilgi edinebileceğini sanıyorsa ağır bir yanılgı içerisine girecektir. Bu caveat’ı ilk başta yapmalıydım ama görüyorum ki benim de aklım şimdi başıma geldi. Çünkü daha önce felsefe ile ilgili pek çok şey yazıp çizdim ama bunlar hep konunun uzmanlarının anlayabileceği “for your eyes only[1] belgelerdi. Dikkat edildiğinde, ilk bölümden itibaren felsefe tarihindeki konulara ve sorunlara lineer bir şekilde değinmediğim, eski tarih yazımında sıklıkla rastlanıldığı gibi bir sarmal çizerek bu konular üzerinde durduğum anlaşılacaktır.  Bunun sebeplerinden biri, tıpkı kültürümüzde karşımıza çıkan pek çok şeyde olduğu gibi felsefenin de izole bir alan olmamasıdır. Eğer aynı dönem içerisinde bir sondan bir başa doğru ya da vice versa belirsiz bir şekilde gidiyorsam bu yüzden okurdan af dilerim. FELSEFENİN KAYNAĞI DOĞU MU, YUNAN MI? Yukarıda yazılı iki sebeple şunu söylemem lazım; okur lütfen sabretsin ve vakit bulabiliyorsa daha fazla araştırsın. En kadim toplumların tarihine baktığımızda bile karşılaştığımız çok kültürlü etkileşim, felsefenin de hiç kuşkusuz etkilenmesine yol açmıştı. Felsefe tarihi alanında büyük âlimlerden biri olarak kabul edilen Eduard Zeller bir keresinde şöyle demişti: “Bildiğimiz kadarıyla Yunanlar ilk zamanlardan felsefelerinin kaynağında Doğu milletlerinin (kültürleri kendilerinden önce gelen tek millet onlardı) payı olduğuna atıf yapmaya meyilliydiler; ancak en kadim dönemde belirli izole öğretiler sadece doğudan geçmiş olabilirdi. Bilgimiz dâhilinde sadece Yunanlar değil Doğulular da böyle bir kaynağı Yunan felsefesine atfetmektelerdi.[2]” Geçen yazıda da belirtmiştim; felsefenin bu türden bir kaynağı olduğuna dair iddialar Batı ilminde ve felsefe tarihinde sıklıkla gündeme getirilmiş ancak geçen yüzyılın ikinci yarısında elde edilen belgelerin güncelliğiyle bu iddialar artık bir hipotez olmaktan çıkmış ve teoriye dönüşmüştü. Zeller’den de atıf yaptığımız gibi felsefenin kaynağının Doğu’dan geldiği anlatısı Yunan felsefesinin kendisi kadar eskidir. Bunun en bilinen örneklerinden birisi de Platon’un Timaeus diyalogunda yer alan enteresan diyalogdur: “Critias anlatmaya başladı, ‘Mısır’da’ dedi; ‘Nil’in akıntısının olduğu tepede Sais denilen bir bölge vardı (bu aynı zamanda Kral Amasis’in geldiği şehirdir aynı zamanda). Bu şehir, Yunancası Athena olan ve karşılığı da Mısır dilinde ‘Neith’ olarak bilinen, bir tanrıça tarafından kurulmuştu. Onlar Atinalılara karşı çok cana yakındı ve şu ya da bu şekilde bizim halkımızla bağlantılı olduklarını iddia ediyorlardı. Şimdi Solon[3] oraya vardığında insanların onu ihtiramla karşıladığını söyledi. Dahası dedi ki, kadim zamanlar üzerinde âlim olan rahipleri hakkında sorduğunda, kendisi de dâhil her Yunan’ın bu konularda tamamen cahil olduğunu fark etti. Bir vesileyle, antik bilgiler hakkında onlara yol göstermek isteyerek kendi kadim tarihimizi gündeme getirdi. …derken rahiplerden biri, çok yaşlı bir adam ‘Ah, Solon, Solon! Siz Yunanlar her daim çocuksunuz. Aranızda bir tane yaşlı adam yok’ diyerek söylendiğini duyunca, Solon ‘Ne? Ne demek istiyorsun?’ dedi. Rahip, ‘siz gençsiniz’ diye cevap verdi, ‘ruhen genç, her biriniz. Ruhlarınız kadim geleneklerden miras kalan eski inançlardan yoksun.[4]
Platon mitlerin ideal bir site-devletinin temelini atmakta yetersiz ve problemli olduğunu düşünse de araç olarak kullanıldığı durumlarda sessiz kalıp, bazı hakikatlerin anlatılması için metaforların oluşturduğu anlatılara sadık kalmayı tercih eder.
Platon’un bu metni daha sonra Phaethon’un mitosu (insanlığın bazı çağların felaketini atlatarak yeniden kurulması yani tufan mitleri) gibi anlatılarla devam eder[5]. “Yurt dışında” eğitim görmeye giden sadece Solon değildir. Pythagor, Platon, Demokritus, Eudoxus gibi alimlerin de Mısır’a eğitim görmeye gittikleri pek çok kaynakta belirtilir[6]. Bu anlatıların en önemlisi ise Stobaeus’un pasajlarıdır. Daha önceki yazımda da Platon’un mitleri felsefi öğretide temel bir noktayı açıklamak için kullandığına dipnotta da olsa değinmiştim. Mitler, bir metafor olarak insan entelekyasının yani onun akli yetilerinin anlamakta zorlandığı kimi soru ve sorunların cevaplarını vermek için işlevsel bir araçtır. Platon, tıpkı daha önce belirttiğim gibi genel olarak mitlerin ideal bir site-devletin temelini atmakta yetersiz ve kimi açılardan problemli olduğunu düşünse de[7] o yine de mitlerin araç olarak kullanıldığı bu tür durumlarda sessiz kalıp, bazı hakikatlerin anlatılması için mitlere (daha da doğrusu metaforların oluşturduğu anlatılara) sadık kalmayı tercih eder. Platon’a değindiğimizde bunların üzerinde daha sık duracağız. Şimdilik din-felsefe daha doğrusu mitos-logos arasındaki temel farkı oluşturan tehlikeli, “kıldan ince” köprüde cambazlık yapmaya devam edelim. Umalım ki sonumuz Nietzsche’nin cambazı gibi olmasın[8]. MİTOSTAN LOGOSA YA DA YEDİ UYUYANLAR Her başlıkta illa ki bir kurgusal esere ya da anlatıya atıf yapma geleneğim olduğunu biliyorsunuz. Yedi Uyuyanlar (ya da Arapçasıyla Ashab-ı Kehf/Mağara Yoldaşları) Hristiyanlık ve İslam’da üç aşağı beş yukarı benzer anlatılara dayanan bir mittir[9]. Hristiyan oldukları gerekçesiyle tahkikata uğrayıp bir mağaraya sığınan yedi arkadaş kimilerine göre 300 küsur yıl mağarada uyurlar. Uyandıklarında etraflarındaki dünya Hristiyan olmuştur ve neşeyle karşılanırlar. Bu mitsel anlatının arketipal izine Washington Irving’in Rip Van Winkle hikâyesinden tutun modern sinema ve bilimkurgunun büyük eserlerinden Aliena kadar pek çok yerde rastlanır. İşte logos bu uyanışı temsil eder. Artık kahramanların kaçtıkları karanlıktan uyanışı, onların ruhsal olarak ölüp bir daha yaşamalarının metaforudur. Ancak karanlıktan uyanmak, o tatlı ve hoş mırıltılar ve uğultularla dolu ana rahminden dünyaya gelmek gibidir. Karanlıkla olan bu sergüzeşt, dünyanın karşınıza çıkaracağı tatsız sürprizlere karşı sizi korumaz; tıpkı Alien’da olduğu gibi mürettebat uyandığında yeni canavarlarla da karşılaşır. Logos mitin bulanık sularından karaya doğru yürüyen insanın ilk düşünsel macerasıdır. Ancak sudaki canavarlar elbette karada da karşımıza çıkar. Martin Bernal, tartışma yaratan kitabı, Kara Athena: Klasik Uygarlığın Afroasyatik Kökleri isimli eserinde yukarıda sözünü ettiğimiz Platonik anlatının bir benzerinin Memphit Teolojisi isimli eski bir Mısır eserinde olduğunu yazar: “…Kanıt 2. ve 3. Milenyuma tarihlenen Memphite Teolojisi isimli bir metinden gelir. Teoloji, Memphis’in yerel tanrısı olan Ptah[10] ve ondan sudur etmiş olan Atum’un kozmogonisini tarif etmektedir. Ptah kalbinden ve aklının tahtından bu âlemi yaratmış ve onu dil ile gerçek kılmıştır. Her ne kadar Peder Festugiére ve Peder Boylan bunu inkâr etmekte acele etseler de ‘Sözün Tanrıda gezip dolaştığı ve Tanrı neyse Sözün o olduğu, Söz ve Tanrı’nın başlangıçta var olduğu ve onunla her şeyin varlığa geldiği’ Platoncu ve Hristiyan logosa kayda değer bir şekilde benzemektedir.[11]” Bernal’in yarattığı tartışmaya burada girmeye hiç gerek yok. Bernal kitabında Antik Yunan’ın fabrike edildiğini, bir konstrükt olduğunu iddia etmişti. Bu oldukça hararetli ve zevkli de olsa başka bir tartışma konusudur. Benim anladığım ise şu; Yunanlar, felsefelerinin kökenindeki bu unsuru her nereden gelirse gelsin çok iyi biliyorlar ve aslında bunu bir bilgelik olarak görerek aktarmaya çalışıyorlardı. İşte benim yazı dizisinin bu bölümlerinde yapmak istediğim de bunu anlamaya ve anlatmaya çalışmak olduğu için okura zorlu gelebileceğini söyledim. Mağaradan uyanışın sembolize ettiği gerçekliğin üstünün örtülmesinde Platon’un katkısı olup olmadığı sorulabilir. Mağara alegorisi herkesin bildiği gibi mağarada ışığa arkası dönük şekilde zincirlenmiş insanların gerçeği görmediği bir dünya tasavvurunu ele alır[12]. Ancak yüzyıllardır filozofların üzerinde durmaktan artık gına geldiği bu tartışmada benim yorumum şudur; Platon’un aydınlanmayı salık verdiği şey zincirlerden kırılma değil mağaradan kurtulan esirin diğerlerini bu mağaradan kurtarmak için tekrar mağaraya dönmesidir. Gerçekten bu kadar çok tartışılan bir alegorinin bu tarafının atlanması bana oldukça tuhaf gelmiştir.
Filozofların üzerinde durmaktan artık gına geldiği bu tartışmada benim yorumum şudur; Platon’un aydınlanmayı salık verdiği şey zincirlerden kırılma değil, mağaradan kurtulan esirin diğerlerini bu mağaradan kurtarmak için tekrar mağaraya dönmesidir.
Dolayısıyla Pre-Sokratik felsefenin de bu düşünsel mirastan haberi olmadığını söylemek şöyle dursun, bu ince çizgide çok gri alanda bir yerde bulunduğunu reddetmek imkânsızdır. Filozofların kimi zaman tanrısal, kimi zaman kâhin, kimi zaman peygamber ve rahip sayıldığı bir dönemin felsefesini tamamen modern mülahazalarla ele almak sadece anakronik olmaz; aynı zamanda felsefi düşüncede farklı bir ufki vaziyet almak isteyen insanların da önünü tıkar. Günümüzde din-bilim-felsefe tartışmalarında esas olarak kaçırılan noktanın bu olduğunu düşünüyorum. Bunu yazının ilerleyen bölümlerinde anlatacağım. Pierre Hadot, Sokrates’in logosa sadakatinden dolayı öldüğünü söyler[13]. Sokrates’in bu büyük “ironisi” üzerinde düşünülecek şeyleri sonraya bırakalım. Büyük âlimlerden Werner Jaeger’e atıf yaparsak; “Aslında okyanusun her şeyin kaynağı olduğuna dair Homerik fikrin, Thales’in suyun evrenin temel ilkesi olduğuna dair fikrinden [bunu daha önceki yazımda da Tevrat’taki bir benzerlik olarak bahsetmiştim. yazarın notu] nasıl ayrıldığını söylemek kolay değildir; zira Thales’in teorisi sonu gelmez bir denizin somut gerçekliğinden mülhemdi. Yine Hesiod’un Teogoni’si de kasıtlı olarak alemin orijini ve doğası üzerine mantıksal bir inceleme üzerine bina edilmiştir. Yine de bu sistem içerisinde mitolojik düşüncenin eski gücü hala aktiftir: o “bilimsel” olarak adlandırdığımız felsefede, İyonyalı fizikçilerin eserlerindedir ve o olmaksızın erken dönem bilimsel çağın yeni muhteşem felsefi sistemler yaratmasını sağlayan o şaşırtıcı yeteneğini açıklayamazdık. Empedokles’in sisteminde bağlayıcı ve ayırıcı iki doğal kuvvet olan Aşk ve Nefret Hesiod’un kozmogonik Eros ile aynı entelektüel mirası paylaşır. O halde bilimsel düşüncenin, rasyonel düşünce başladığında veya mitsel düşünce sona erdiğinde başladığını söyleyemeyiz. Platon’un ve Aristoteles’in eserlerinde bile sahici bir mitolojileştirme vardır.[14]” İşte burada Pre-Sokratik felsefe tarihi sahnesinde en az Anaksimander ve Heraklitus kadar önemli görülen üç figür devreye girmektedir. Pythagoras, Demokritus, Parmenides ve Empedokles. İlk olarak Demokritus’u ele alalım. Cambridge Companion to Early Greek Philosophy eserinde Rational Theology makalesini kaleme alan Sarah Brodie bu enteresan dinsel bağlantı ve bilimsellik arasında yukarıda değindiğimiz koşutluğu çok güzel bir şekilde yakalamıştır: “Onların (Pre-Sokratik filozofların. çev) sorduğu soru ‘Tanrı var mıdır?’ veya ‘Tanrı’nın doğası nedir?’ sorusu değil fakat “kozmosun  temel ilkesi nedir?” sorusuydu.[15]” Demokritus’un felsefeye ve sonraki bilimsel teoriye kazandırdığı en önemli teorilerden biri olan “atomizmi” bu bağlamda harika bir örnektir. Broadie, Demokritus’un atomculuğuyla karışık erken dönem teolojisinin doğanın kökeninin tanrısal olduğuna dair erken dönem geleneği devam ettirmesinde doğru olduğunu iddia ederken, doğanın kendisinin tanrıdan yoksun olduğunu anlarken hataya düştüğünü söyler. Atomlar, Guthrie’nin Aristoteles’in Metafizik’ine atıf yaptığı gibi bir başka atomcu olan Leukippos ve Demokritus’a göre “varlıklardır”. O halde atomun olmadığı boşluk var olmayandır (non-being)[16]. Demokritus’un atomculuğu bu bağlamda başka bir Pre-Sokratik filozof olan Anaxagoras’tan farklıdır; o temel parçacıkların birbirinden oluşmadığını söyler. Şaşırtıcı derecede modern fizikteki atom tasvirine benzeyen bu öğretide yine başka bir şaşırtıcı örnek olarak sonsuz bölünebilirliğin reddini buluruz. Bu da daha sonra üstünde duracağım Parmenides ve Elea okulunun monizmine karşı bir duruştur. Ancak Demokritus’un elbette modern mülahazaların dışında anlaşılamayacak tespitleri de vardır. Bunlardan biri Eusebius’un, Demokritus’un atomların gözle görülmeyecek derecede küçük değil aynı zamanda kozmosun kendisi kadar büyük olabileceklerine dair iddiası da eklenebilir[17]. Demokritus mantıksal bir açmazdan kurtulmak için de bunu söylemiş olabilir; madem atomlar birbirine bölünemeyecek derecede sonsuzdurlar onların kendilerinden daha büyük bir maddeyi bir araya getirmeleri için birleşmeleri durumunda bölünemeyeceklerini kim iddia edebilirdi? Modern fizik buna cevap verene kadar Demokritus’un, çok sonraları İbn Rüşt’ün meşhur “hardal tanesi” örneğine benzer bir şekilde atomların boyutlarının birbirinden küçük ya da büyüklüğünün bir farklılık göstermediği sonucuna varmak için, onların “sonsuz” olduğu iddiasından vazgeçmeyerek böyle bir sonuca varmak istediği düşünülebilir. Demokritus’un bir noktada modern fiziğe çok yaklaştığı -ve bu sebeple de sonraki materyalist felsefe tarafından oldukça kabul gören- bu argümanına karşılık havada daimon[18] gibi varlıkların bulunduğuna dair inancı, tanrıların -her ne kadar bir süre sonra onlar da atomlar gibi çözülüp yok olsalar da- uzun süren ömrüne dair tespitleri kafa karıştırıcıdır[19]. Bunun sebeplerini araştırmaya sonraki yazıda devam edebiliriz. Esen kalın. --- [1] Devlet içinde özellikle istihbarat makamlarına gönderilen ve genelde gizlilik özelliği taşıyan üzerinde “hizmete özeldir” yazan belgeler için kullanılabilecek İngilizce söz öbeği. Benim yazılarımın tek farkı muhaberat bilgisi içermemesiydi. [2] Eduard Zeller, A History of Greek Philosophy: From The Earliest Period to The Time of Socrates, Vol I. Çev. S.F. Alleyne, Longmans, Green, and Co., London, 1881, s.26. [3] Kadim Yunan anlayışı ve metinlerinde Yunanların Yedi Bilgesi’nden (ἑπτὰ σοφοί) biri olarak kabul edilen Atinalı devlet adamı, kanun koyucu, şair ve bilge. Solon’un esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolduğu iddia edilir. Yunanlar bu adama çok hürmet ederdi. [4] Plato, Complete Works, Timaeus, düz. John. M. Cooper, Hackett Publishing Company, Indianapolis/Cambridge, 22abcd, s.1230. [5] Plato, a.g.e. s.1230-1232. [6] Hermetica II, The Excerpts of Stobaeus, Papyrus Fragments, and Ancient Testimonies in an English Translation with Notes and Introductions, M. David Litwa, Cambridge University Press, UK, London, 2018, s.8. [7] Plato, a.g.e. s. 972. [8] Friedrich Nietzsche, Thus Spoke Zarathustra, Cambridge Texts in The History of Philosophy, çev. Adrian Del Caro, Cambridge University Press, 2006, s.xx. [9] Bkz. Kuran 18:9-26. Ayetler ve Hristiyanlıkta Tourlu Gregory ve Diyakoz Paul’ün anlatıları. [10] Bugün modern Mısır’ın çoğunlukla Avrupa dillerinde ve İngilizcede kullanılan karşılığı olan Egypt kelimesi demotik het-ka-ptah (Ptah’ın Hanesi) kelimesinden türemiştir. Ptah sadece yerel bir tanrı değil aynı zamanda Mısır’ın 12 büyük tanrısından biridir. [11] Martin Bernal, Black Athena: The Afroasiatic Roots of Classic Civilisation, Vol. I., Rutgers University Press, New Jersey, 2006, s.140. [12] Plato, a.g.e. p514, s. 1132. [13] Pierre Hadot, Ruhani Alıştırmalar ve Antik Felsefe, çev. Kübra Gürkan, İstanbul, 2012, s.42. [14] Werner Jaeger, Paideia: The Ideals of Greek Culture, Vol I, Archaic Greece-The Mind of Athens, çev. Gilbert Highet, Basil Blackwell, Oxford, 1946, s.151. [15] Düz. A. A. Long, Cambridge Companion to Early Greek Philosophy, Cambridge University Press, içinde Sarah Brodie, Rational Theology, s.206. [16] W.K.C. Guthrie, A History of Greek Philosophy, Vol. II., Cambridge University Press, s.392. [17] Guthrie, a.g.e s.394. [18] Antik Yunan folkloru ve mitoslarında her insanın kaderinde birlikte bulunduğu iyi veya kötü ruhlar. [19] Guthrie, a.g.e s.479.