Cici filmi Netflix’te yayınlandı. TRT’nin tek kanallı yılları, betamax video kasetler, kapanışın istiklal marşıyla olması, giyilen eprimiş süveterler, Özay Gölüm, kasetçalarla Acıların Kadını şarkısını dinlemek falan çok hoştu. Önce Masum sonra da Bir Başkadır dizileriyle tanıyıp sevdiğimiz Berkun Oya’nın efsane bir oyuncu kadrosuyla çektiği Cici filmi Netflix’te yayınlandı. TRT’nin tek kanallı yılları, betamax video kasetler, kapanışın istiklal marşıyla olması, giyilen eprimiş süveterler, Özay Gölüm, kasetçalarla Acıların Kadını şarkısını dinlemek falan çok hoştu. Zaten “Bir Başkadır” dizisiyle Ferdi Özbeğen parlamıştı (ki zaten parlaktı), şimdi de Berkun Oya kamerası ile durağan sahneler farklı bir anlam kazanıyor. Göğsüne sevgiyle dokunulduğu an yükselen İstiklal Marşı sesi, kameranın elektrik düğmesiyle siyah beyaz çekime başlaması ve TV kapanınca siyah ekrandan yansıyan izleyici silüetleri falan çok başarılı yönetmenlik dokunuşlarıydı. Çocukluklarının geçtiği evi unutamayan Saliha, Yusuf ve özellikle Kadir ile geçmişi unutma hastalığı olarak bilinen Alzheimer’dan mustarip annelerinin hikayesi, oluşturulan ikilik ile çarpıcı bir kontrast oluşturmuş. Yazının başlığı tam da bu nedenle ‘Unutma(ma) Hikayesi’ olarak belirlendi. Dikkat edilirse unutamama değil unutmama… Kasıtlı bir unutmama hâli… Bilinci ve ihtiyari bir durum özellikle Kadir’in yaşadığı… Zira film boyunca bize yansıtılan sahnelerde ‘travma’ diyebileceğimiz ölçülerde bir durum yok gibi görünüyor. Kaba ve feodal bir babanın çocuklarını (özellikle Saliha’yı) okutmak istememesi, kuralcılığı ve bazan psikolojik şiddeti var ki bunlar üzerinden hareket edersek tüm toplumu ‘travmatize edilmiş bireyler’ olarak değerlendirmemiz gerekir. Son yılların iğdiş edilmiş bir kavramı olan travma, hiç de zannedilen gibi sathi olayları kapsamaz. Burada itiraz ‘travma olayın kendisi değil algısıdır’ denirse ucu açık ve yorumlamaya yer vermeyen bir tablo ile karşılaşırız. Bir karar, seçim veya davranışımızın beklenmeyen hatta istenmeyen bir sonucu olduğunda bununla yüzleşmek her insana zor gelir. Uğranılan hayal kırıklığı ve ortaya çıkan başarısızlığın sorumluluğunu üstlenmek yerine anneyi, babayı, öğretmeni veya geçmişteki bir şeyi suçlamak en kolay ve en işlevsiz hesaplaşma biçimidir. Psikanaliz ve modern versiyonu olan aile dizimi hep bu sorumluluktan kaçma çabasının meyveleri veya sebebidirler. Bu noktada psikanalize bilinçdışı ve savunma mekanizmaları gibi büyük katkıları açısından değil de yukarıda zikrettiğim ‘sorumluluk’ zaviyesinden eleştiri getirdiğimi de belirtmek isterim. Aile içi çatışmalar, ihmal, anne baba kaybı ya da boşanmaları, güvensizlikler, cesaretsizlikler ve kaygılar nasıl bir insan olacağımızı belirleyebilir. Ancak hiçbir psikiyatrik hastalık anne baba davranışının doğrudan sonucu değildir. Genetik yatkınlık, sosyal çevre, sorunla başa çıkma yolları ve psikolojik dayanıklılık gibi pek çok faktör işin içindedir. Yeryüzünde neredeyse hiç kimse çocukluğunu fevkalade, harikulade ortam ve şartlarda geçirmiyor. Peki başarılı ve mutlu insanlar hiçbir sorun yaşamadan büyüyen, çok iyi beslenen, ideal eğitimler alan, anne baba ayrılığı yaşamayan, yoksulluğun ne olduğunu bilmeyen insanlardan mı çıkıyor? Hayır… Yüz bin defa hayır… Uzun yıllardır çalışmaları yoğunlaştırdığım psikobiyografi çalışmalarım nedeniyle bu soruya bu kadar kesin ve net bir yanıt verebiliyorum. Caravaggio, Da Vinci, Mozart, Bernhard, Tanburi Cemil Bey gibi pek çok insan tüm bu ‘travmaları’ (kutsiyet atfedilen kelime bu) yaşamış insanlar ve kendi alanlarında dünyanın zirvesinde yer alıyorlar. Filmdeki Kadir karakterinin yaptığı tam da buna benzer bir kolaycılıktır. Bir başka nedeni de biz ruh sağlığı profesyonelleriyiz. Modern psikoloji ve psikiyatri için çoktan aşılmış olan bu sorun maalesef ba(ğ)zı dar kafalı terapistler ve kendileri dahil kimseye faydası olmayan kişisel gelişimciler yüzünden köpürtülüp duruyor. Sinema ve diziler, çok satan saçma sapan kitaplar hep bu romantik ve akılsızlıklarla dolu. 1950’lerde şizofreni hastalığı anne tutumuna bağlanıyordu, sonra bilimsel gelişmeler ışığında hastalığın nörogelişimsel boyutu görüldü. O dönem kendisini suçlayan kadınların hesabı görüldü mü peki? Ne gezer… Yine haftada 39 kez hastasını (onlar danışan der mutlaka) gören ve yaşadığı sorunları babasının olası cinsel tacizine bağlayan terapist isimli şarlatanlar yüzünden sadece ABD’de on binlerce ‘ebeveyne’ çocukları tarafından dava açıldı. Öyle ki terapi isimli şeytan çıkarma seanslarından farkı olmayan görüşmelerde yerleştirilen ‘false memory’ nedeniyle mağdur babaları koruma dernekleri bile kuruldu. Sorunu aileye havale eden bir terapi şekli yoktur. Babalar ve oğulları, anneanne Havva ile torun Naz’ın zıtlıkları ve Saliha ile Cemil’in çocukluk aşkları diğer temalar olarak göze çarpıyordu filmde. Ben özellikle Cemil’in Saliha’yı sevme biçiminden çok etkilendim. Aralarındaki günümüz tabiriyle flörtleşme yaşanmış olmasına saygısını ve hürmetini ömür boyu taşıyan Cemil’i çok düşündüm. Burada da tıpkı Kadir’in babasıyla anılarını bilinçli unutmama çabasına benzer bir çaba var. Berkun Oya gücünü temelde bu çok katmanlı olay örgüsünden alıyor bence.
Bir insan bir dönem âşık olduğu kadını/erkeği neden unutmaz? Yanıtı basit aslında; aşk anlamını sadece aşığın bildiği bir olgudur. Atıflar belirleyici, “perception is reality” (algılama gerçekliktir) durumu.
Bir insan bir dönem âşık olduğu kadını/erkeği neden unutmaz? Yanıtı basit aslında; aşk anlamını sadece aşığın bildiği bir olgudur. Atıflar belirleyici, “perception is reality” (algılama gerçekliktir) durumu. Yaşadığınız tüm o duygular, mutluluklarınız, gözyaşlarınızı sizi sizi yapan demir taşlarından biri haline geliyor. Elbette tamamı değil, ancak karakterinizin büyük bir çoğunluğu buna göre şekilleniyor. Örneğin sizi gerçekle kim olduğunuzdan uzaklaştıran bir ilk aşk deneyimi yaşayıp hayatınıza tek başına devam etmeye karar verirseniz, artık belirli çizgileri, sınırları olan bir insan hâline dönüşürsünüz. Bu konuyu başka bir filmde çok daha ayrıntılı bir biçimde yazacağım. Bir süre önce okuduğum bir kitaptan da söz etmek istiyorum. Psikolog Tuba Karacan’ın yazdığı ‘Herkes Evine Dönmek İster’ isimli kitap aslında tam da bu yazının değindiği konuyu anlatıyor. Çocuğun dünyada tutunduğu ilk dal olan anne ile ilk doğduğu andan itibaren bağlarının nasıl oluştuğunu, kuvvetlendiğini veya zayıfladığını ve aynı şekilde baba ile çocuk arasındaki bağları incelerken bu esnada annenin tutumunu da kaleme almış yazar. Daha sonra ilk evimizden çıkıp ikinci evimizde sevdiğimizle olan ilişkilerimizi sorguladığımızı belirten kitap bu sorgulamayı zihnimizdeki karanlık bölgelere ışık tutan bir sorgulama olarak değerlendiriyor. Romantik üsluptan uzak bir gerçekçiliği barındıran bu kitabı filmi beğenmiş herkese öneriyorum. Filmdeki Alzheimer Havva ve Z Kuşağı mensubu Naz’ı, ailesine öfkesini kendi ailesine yansıtan Yusuf’u, Almanya görüp Almanca dahi öğrenmediğini düşündüğüm babayı ve kırsal yaşam güzellemelerini de atlamadan izlemelisiniz filmi.