Avrupa’da bundan birkaç yıl önce aşırı sağcı hareketler ile emekçilerin haklarını ve taleplerini siyaset zeminine taşıyan sol akımların eş zamanlı yükselişleri başladı. Gelinen noktada aşırı sağ hareketler yukarıya doğru ivmelenmeye devam ederken sözünü ettiğimiz sol hareketler içerisinde yer alan birçok siyasi yapı zaman içerisinde gücünü kaybetti. Yunanistan'da SYRIZA'yı ve İspanya'da Podemos'u bu duruma örnek olarak gösterebiliriz. Aşırı sağın güç kazanması sürecinde söylemlerinin de siyasetin merkezine yerleştiğini görüyoruz. Bu bağlamda, Avrupa’da yeni faşist söylemlerin merkez siyasette zemin kazanmasına aşırı sağcılardan çok sosyal demokratlar ve muhafazakârların aracılık ettiğini söylemek yanlış olmaz. Aşırı sağın yükselişi karşısında paniğe kapılan geleneksel siyaset enstrümanı partilerin, bu süreçte faşist söylemlere angaje olarak durumu dengelemeye çalıştıklarını görüyoruz. Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin (SPÖ), aşırı sağcı partiyle ırkçı söylem üzerinden yarıştığı son seçimleri unutmak mümkün mü? Ancak yine de İslamofobi'nin en soldaki seçmenler arasında dahi -az miktarda da olsa- taraftar bulmasına bakarak merkez sol siyasetin, var olma kaygısıyla faşist söylemlere sahip çıkmasının şeklen doğru olduğu tespitinde bulunabiliriz. Avrupalı merkez siyasetçiler, yeni faşist söylemleri alıntılayarak, aşırı sağın önünü kesmeyi planlıyorlar. Bu planın Danimarka’da başarılı olduğunu görüyoruz. Yazının devamında buna değineceğiz. Sosyal demokrasinin geçmişte çalışma hayatı başta olmak üzere yaşama “değer” kattığı zamanlardan neoliberalizm aparatına dönüştüğü günlere nasıl gelindi? Sosyal demokrasinin ısrarla hâlâ "sol" olduğunu savunanların bu sürece ilişkin anlatacakları bir hikâyeleri bulunmuyor maalesef. Sosyal demokratların özlemle ve övgüyle yad ettikleri o "sol" günlerinde güya onların dahliyle emekçiler lehine elde edilen değerlerden ne kaldı geriye? Emekçilerin sömürüsü devam etmiyor mu ya da haklı talepleri karşısında rejimler giderek daha fazla sertleşmiyor mu? Örneğin, ırkçılık ve ayrımcılık güncelliğini yitirdi mi? Bu soruların tamamının yanıtı “hayır". Hangi başarıdan söz ediliyor anlamak güç doğrusu. Güya solcu sosyal demokratların burjuva demokrasisi aparatı parlamento içerisinde kalarak, "Kapitalizm okey bizim için. Burada sorun yok ama azıcık da olsa emekçilere kıyak yapın" söylemiyle yani reformist tutumla hiçbir şeyi değiştiremeyeceklerini ya da değiştiremediklerini anlamaları gerekiyor. 68 gençlik hareketleri ve yine o dönem emekçi kitlelerin sürüklediği halk hareketleri olmasa sosyal demokratların "bizim icraatımız" dedikleri kazanımların hayata geçmesi mümkün olur muydu? Yani özellikle çalışma hayatındaki kazanımların önemli bir bölümü sosyal demokrasinin çabasından ziyade  sosyalizm ve emekçi hareketlerinin baskısıyla pratiğe geçirilmiştir. Bunun yanı sıra nihai hedefi, kapitalizmi tarihin çöplüğüne postalamak olmayan yani devrimi amaçlamayan bir siyasi hareketi ne zamandan beri "sol" olarak tanımlıyoruz? Kapitalizm içerisinde kalarak mücadele etmeyi yeterli bulan sosyal demokrasi benzeri salt reformizm yanlısı hareketleri "sol" olarak kategorize edenlerin devrimci mücadeleyi hiç anlamadıkları görülüyor. NEOLİBERALİZM DEYİNCE… Sosyal demokrat partilerin 1990 ve 2000'li yıllarda, devasa boyutlara ulaşan emekçi muhalefetine rağmen hayata geçirdikleri neoliberal "reform"ları nereye koymak gerekiyor bu "sol" yolculukta? Almanya'da altında sosyal demokratların imzası bulunan, emekçilerin ekmeğini boğazına dizen, çalışma hayatını emekçi aleyhine yeniden dizayn eden neoliberal “Ajanda 2010”u nereye koymak gerekiyor yine? Bakın iri bir cümle olacak belki ama sosyal demokrat solcuların (!) emekçilere eziyet ede ede çıkardıkları bu yasaları uygulamaya koymaya sağcı hükümetler bile cesaret edemezdi. Kapitalizmin yaşadığı buhranlar ve azalan sermaye birikiminden uç alan sorunların ortaya çıkardığı dinamik, sosyal demokratların da aralarında bulunduğu tüm geleneksel siyaset partilerini neoliberalizm hattında birleştirdi. Sonra çıkıp, zamane sosyal demokratları, "Ya aslında biz çok şahane solcuyduk ama emekçilerden yana olan tutumumuzu kaybettik" temalı nutuklar çekiyorlar. Güya kendilerini merkez dışı bir pozisyona yerleştiriyorlar. Alman sosyal demokratlar (SPD), o pozisyonlarını Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknecht gibi devrimci aydınların partiden ayrılmasından sonra kaybetti. Geriye emekçilerin haklarını doğrayan neoliberal yasaları çıkaran Gerhard Schröder'in SPD'si kaldı o kadar. DANİMARKALI SOSYAL DEMOKRATLAR Bu bağlamda önemli bir olay bu yakınlarda yaşandı. Danimarka Parlamentosu geçtiğimiz aylarda, sığınmacıların Avrupa dışında inşa edilecek toplama kamplarına gönderilip, işlemlerinin orada yapılmasını öngören yeni göç yasasını onayladı. Eziyetli bir yolculuktan sonra ülkeye ulaşan göçmenler sınırda alıkonulup kıta dışında muhtemelen bir Afrika ülkesinde oluşturulacak kampa apar topar gönderilecek. Olayın özeti bu. Sonra da aslında yanıtı hiç gelmeyecek sığınma başvurularının sonuçları toplama kamplarında beklenecek. Bu yasa şu anda iktidarda bulunan sosyal demokrat parti tarafından hazırlandı ve parlamentoda aşırı sağcıların alkış tufanı arasında neredeyse tüm partilerin katılımıyla kabul edildi. İnanın bana sosyal demokrat solcular (!) tarafından hazırlanan ve insanları kamplara kapatmayı öngören, bu yönüyle buram buram faşizm kokan bu yasayı neofaşistler bile böyle kurgulayamazdı. Onların dahi hayallerini aşan bir yasa uygulamasıydı. Danimarka Göç Bakanı Mattias Tesfaye, yasanın kabulünün ardından yaptığı açıklamada, “Avrupa’nın göç sistemi hastalıklı” ifadesini kullandı. Günlerce belki haftalarca yolculuk yapmış, açlıktan ve yorgunluktan tükenmiş insanları apar topar paketleyip yeniden binlerce kilometre uzaklıktaki kamplara acilen postalayarak mı çözeceksiniz bu “hastalıklı” durumu? Zaten Danimarka birkaç yıldır çok az sığınma başvurusuna olumlu yanıt veriyor. Danimarka’daki sosyal demokratlar seçimlerde aşırı sağcı Dansk Folkepartei ile kapışıyor ancak sosyal demokratlar bu yarışa kendi zemininde değil faşistlerin zemininde katılmayı tercih ediyor. Yukarıda belirttiğimiz gibi sosyal demokratlar, faşist söylemleri alıntılayarak ve daha da ötesinde uygulayarak var olmaya çalışıyorlar. Danimarka ya da Avusturya’da olduğu gibi aşırı sağcılarla birlikte İslamofobi pastasını yağmalamak daha tatlı geliyor onlara. Genel çerçeveye yönelik olarak, Shakespeare’in ölümsüz eseri Hamlet’te yer alan o meşhur replik taşları yerli yerine koyuyor. “Çürümüş bir şeyler var şu Danimarka krallığında…” PAYANDA OLARAK KALIRLAR Sermaye ve onların ürettiği bağımlılık ilişkileriyle doğrudan mücadele edemeyen, siyasi manevra alanı reformizm çemberi ile sınırlı olan sosyal demokrat anlayışın giderek daha fazla sağa kayması engellenemez bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır. Kesin olan bir şey var ki emekçilerin ve vatandaşların sosyal taleplerinin yaşama uygulanabilmesi için antikapitalist yani sosyalist bir çizginin benimsenmesi gerekmektedir. Dünya; kapitalizmin dayattığı emek sömürüsü, yoksulluk, açlık ve ekolojik yıkımla şekilleniyor. İnsani olan ne kaldı? İnsanlık içerisinde debelendiği çukurdan çıkmaya çalışıyor. İşte tam da bu nedenle sosyalizm atıfta bulunduğu ilkelerle gerçekçi ve günceldir. Hedefi devrimi tahkim etmek olmayan sosyal demokrasi benzeri reformist hareketler, sadece sömürü ilişkilerinin devamına payanda olurlar. Ezcümle, öyle birilerinin hayal ettiği gibi Avrupalı sosyal demokratların fabrika ayarlarına döneceği falan yok. En azından kısa vadede olmayacak böyle bir şey. Çünkü yeni faşist söylemlerin verimli bir şekilde oya tahvil edilebildiği bu süreçte fabrika ayarları kârlı bir zemin olarak görülmüyor. Zaten bahse konu o fabrika da tatlı bir nostalji haline geleli epeyce zaman oldu.