Kopenhag ayaklandığında bastırmak zor olmamıştı. Nazizm, haki-gri üniformasıyla Danimarkanın üstüne çökmüştü. İşgalle birlikte faşistlere de gün doğmuştu. Ateş ve Limon, iki suikastçının ülkelerindeki işbirlikçileri öldürmelerinin hikâyesini anlatıyor. Danimarka işgal edildiğinde Jorgen geçit törenini izleyenler arasındaydı. Ağlıyor, sızlıyor, bir şey yapamamanın utancı içinde, kendini hayli aşağılanmış hissediyordu. Almanlar, savaşmamanın verdiği rahatlıkla Kopenhag’a giriyor, ülkeyi devralıyorlardı. Kurtartılamayan yerlerden biriydi Danimarka, ancak savaş bittikten, Üçüncü Reich tarihe karıştıktan sonra… Bu süreçte işgale direnmeye çalışanlar da yok değildi ama Nazi ordusuyla kora kor savaşmaya güçleri yetmiyordu. Onlar da başka yerlerde de örneklerini gördüğümüz şekilde, yeraltında örgütlenip suikastler yapmaya başladılar. Danimarka’yı inim inim inletme görevi Karl-Heinz Hoffman’a verilmişti. Ve Hoffman, astığı astık kestiği kestik, unvanına yaraşır biçimde hüküm sürüyordu ülkede. 26’sında -işgal, 9 Nisan’daydı- halkın öfkesi taşıp da Kopenhag ayaklandığında bastırmak çok zor olmamıştı. Düzenli ve planlı bir orduya karşı düzensiz ve öfkeli halk ayaklanması, otuz iki kişinin ölümüyle sonuçlandı. Sakatlananlar, hapse atılanlar, işkenceden geçirilenler… Nazizm, haki-gri üniforması içinde Danimarka’nın üstüne çökmüştü. Taze bir meyvenin zamanla çürüyüp küflenmesi, içindeki bakteri zerrelerinin özgürce uçuşması gibi, işgalle birlikte Danimarka’nın faşistlerine de gün yüzü doğdu. Ateş ve Limon, iki suikastçının ülkelerindeki işbirlikçileri öldürmelerinin hikâyesini anlatıyor. Paramiliter “Schalburg Kıtası”, Himmler’in SS’ine bağlı olarak Nazi işgalindeki Kuzey Avrupa devletlerinde oluşturmuştu. Bu kıta, 1943’te, Kopenhag’da, yaklaşık 35 bin kişiyi bir araya getiren önemli bir güçtü. Direniş, Londra’yla birlikte çalışıyor, oradan gelen emirleri uyguluyordu. Limon, arabayı kullanıyordu ve Ateş, o kuzeylilere özgü soğukkanlığıyla işbirlikçileri tek tek öldürüyordu. Gazeteciler, bürokratlar, casuslar, hatta bazı yazarlar… Nazilerle iş tutan kim varsa. Ateş’in gözü Hoffman’ı öldürmek ve böylece Gestapo’nun belini kırmaktı ama üstleri izin vermiyordu. Bu, direniş içinde üst düzey bir ihanet mi yoksa Lidice gibi bir karşı-katliamdan korunma çabası mı? Kesin bir şey söylemek zor ama filmin bir yerinde, Ateş, öldürme emriyle Gilbert diye birinin evine gider. Gilbert’la konuşmaması tembih edilmiştir. Ama o konuşur ve Gilbert, Ateş’i, aslında direnişçilere destek verdiğine ikna eder. Önde gelen bir Sovyet generalini eğittiğini söyler mesela, Stalingrad sonrası, Ruslar Almanları kovalarken, önemlidir söyledikleri, ne tarafta olduğu belli değildir. Gilbert, Ateş’e, Hitler için bir ant içmiş olmasına rağmen “nasyonal sosyalizme ya da Hitler’e hiçbir yakınlığı olmadığını” söyler. Vicdanıyla kendi arasındaki bir meseledir, söyledikleri ve hissettikleri farklıdır, böyle der kendisini öldürmeye gelen Ateş’e… Rahat yaşayabilme arzusu mu, korku mu yoksa işbirlikçi gibi görünerek aslında direnişçilere yardım etme isteği mi… İnanmadan ant içer, inanmadan nutuk atar, hatta belki inanmadan suç işler, işlenen suçlara göz yumarsınız. Gilbert onlardan mıydı? Alelade bir yalancı mı? Ama dedikleri doğruysa ve en azından ikili oynuyorsa ve tabii direniş için de bir şeyler yapıyorsa, bu durumda ihanet miydi onu öldürmek? Cebinden silahı çıkardıktan sonra geri dönüşü olmayacak bir karar vermenin eşitindeydi Ateş, tetiği çektiği gibi görevini tamamlamış olacaktı. İşgal edilmiş, korkutulmuş, kuşatılmış, baskıyla, zorbalıkla yönetilen bir ülkede insanların eylemleri ve sözleri acaba ne kadar birbiriyle örtüşebilir? Bunu bekleyebilir miyiz herkesten? Mevlana’nın bu ülkede yüzbinlerce duvara asılan “ya olduğun gibi görün ya da göründüğü gibi ol” sözü aslında bizim gibi toplumların ikiyüzlülüğünü vurgulamanın bir yolu değil mi? Şayet herkes “özü sözü bir” insanlardan oluşsa neden bu ikazı sürekli görelim? İşgal altında yaşayan Danimarkalılar da baskılardan korkan bizler de birçok zaman düşündüklerimizi ifade etmekten çekiniyoruz. Hadi belki düpedüz yalan söylemiyoruz ama birçok zaman konuşmamayı yeğliyoruz. Ateş’in zihni iyice bulanıklaştığında Gilbert konuşmaya devam ediyordu. “Takdir edersin ki savaşmak için sadece üç sebep vardır; birincisi kariyer…” İkinci sebebin ideoloji olduğunu söyler, “anavatan sevgisi”. Üçüncüsü ise, “düşmana duyulan nefrettir”. “Nefret insanı tahrik eder, aklından geçmeyen işleri yapabilmene imkan sağlar.” Galiba işgal altındaki Danimarka gibi veya bizim gibi toplumlarda sıkça gördüğümüz bir şey, nefretin tahrik ettiği insanların, hiç düşünmedikleri işleri rahatlıkla yapabilmeleridir. Bu durumda aklı ve sağduyuyu aradan çıkarmış olursun, sonrası zaten hep bulanık… Ateş, Naziler tarafından kuşatıldığında intihar etti. Onu ele veren başına konan yirmibin kronluk büyük ödülü almak isteyen sevdiği ama ikili, hatta belki üçlü-dörtlü oynayan kadın mıydı yoksa bir başkası mı, hâlâ müphem. Ateş ve Limon, teslim olmayan direniş örgütünün suikastçılarıydı. İşgal bittiğinde ikisinin cesetleri Holmens kilisesinde yan yana defnedildi. Öldükten sonra, Özgürlük Madalyası ile ödüllendirdiler. Onları savaşmaya isten sebep herhalde üçüncüsüydü, düşmandan, Nazilerden nefret ediyorlardı. Nazi pisliğine bulaşan herkesten, en çok da onlardan, yıllarca beraber yaşadıkları halde Nazi yandaşı olduğunu düşünemedikleri insanlardan. Şu işbirlikçilere bakınca insan Shakespeare’in o meşhur sözünü mırıldanmadan edemiyor… “Çürümüş bir şeyler vardı şu Danimarka Krallığında…”