Bir anda parlayıp, ağzımıza geleni söylüyoruz. Sonra bir şey olmamış gibi davranmayı tercih ediyoruz. Dahası Torun-Reid’in vurguladığı önemli şeylerden biri de, bir şeyi savunurken veya tartışırken nazik kalmakta zorlanıyor olmamız.Ben dili, karşı tarafın ne yapmadığına, ne kadar kötü hasletleri olduğuna veya bizce nasıl bir insan olduğuna değil, kendi ihtiyaçlarımıza odaklanmanın dili. Ben “hafta sonu çalışmak istemiyorum”, ben “insanların arasında sıkılıyorum”, bana “daha fazla yardım etmene ihtiyacım var” gibi cümleler ben diline ilişkin örnekler. Ben dili kullandığınız zaman, karşı tarafın size “ama niye çalışmak istemiyorsun” yahut “niye insanların arasında sıkılıyorsun” veya niye “x’e ihtiyacın var” demesini engellersiniz. Çünkü insanlar farklıdır ve dile getirdikleri farklı ihtiyaçlarıyla kavga etmenin anlamı yoktur. İhtiyaçlarınızın duyulmasını sağlamanın yolu budur. Oysa tek tipleştirme arzulu bir toplumda farklılıkları kabul etmekte dahi zorlanabiliyoruz. ANLAŞMAZLIKLARDAKİ TAVRIMIZI AİLEMİZDEN ÖĞRENİYORUZ Elbette bunları ne kötü bir toplumuz, aman bizden bir şey olmaz anlamında söylemedim. Zira benzer davranışları başka toplumlarda da görmenin mümkün olduğu söylenebilir. Ancak asıl vurgulamak istediğim, Torun Reid’in aileler üstüne çalışan bir psikolog olarak, tüm bu davranışları sergileyebilmemiz için bu konuda bize model olacak rol modellerinin azlığına dikkat çekmesiydi. Gerçekten de, kendisinin ifade ettiği üzere, anlaşmazlıklarda takındığımız tavırların öğrenilme mekanı aile. İşe yarayan doğru davranışları sergileyecek rol modelleri kadar bunun tam tersini de ailede, özellikle anne ve babadan görüyoruz. Yaşam boyu kullandığımız küsmeyi, bağırmayı, dayatmayı, alttan almayı, duvar olmayı da orada öğreniyoruz. Hatta dahası var: sinirli bir babanın, bu en korktuğumuz yönünü de bir sünger gibi çekiyoruz. Kendisinin açıkladığı üzere, korktuğumuz şeyin içimizde olması dışarıda olmasından daha kolay geliyor. Ve en önemlisi, kendi ailemizde öğrendiğimiz bu davranışı, ana baba ile olan ilişkimizi, daha sonra eşle, işle ve insanlarla olan ilişkimize taşıyoruz. Hatta babanın olmadığı bir ailede büyüyen bir kişi küçük yaşta çocuk rolünden ailenin patronuna dönüşmüşse, daha sonra talimat alarak çalışmakta, geri bildirim almakta zorlanıyor. Bu anlamda aile varlığı ve yokluğu ile dolu bireyler bakımından da bu davranışları öğrenme yeri. Şu aşamada, bu yazıyı okuyanlara şunu sormak isterim. Ailenizde uyuşmazlıklar nasıl çözülüyordu? Çocuklarına ve eşine karşı annenizin tavrı neydi; babanızın tavrı neydi? Kısaca bir düşündükten sonra, şimdi uyuşmazlıklarınızı nasıl çözüyorsunuz, onu değerlendirmeyi sizlere bırakayım.
Anlaşmazlık çözmeyi (çözememeyi) ailede görüyoruz
Politikyol
Sinirli bir babanın en korktuğumuz yönünü bir sünger gibi çekiyoruz. Kendi ailemizde öğrendiğimiz bu davranışı, ana baba ile olan ilişkimizi, daha sonra eşle, işle ve insanlarla olan ilişkimize taşıyoruz.
Geçen gün bir arkadaşım, iş hayatında yaşadığı bir uyuşmazlığı anlatırken, işbirliği yaptığı kişinin sergilediği bazı davranışları anlattı: dile getirdiği olumsuz şeyleri düzeltilecek bir husus olarak değil, eleştiri olarak görme; profesyonel konuları kişisel alma; onaylanma ve övülme ihtiyacı vs... Arkadaşımın ilişkideki ihtiyaçlarını dile getirmesi, iş ilişkisinin sonlanmasını beraberinde getirmişti.
Daha sonra aklıma insanların anlaşmazlıklarda sergilediği bu tarz davranışların Türkiye’de ne kadar yaygın olduğu geldi. Nitekim bunların neler olduğunu ve öğrenilme yerini, podcastim Anlaşabiliriz’de yaptığım bir programda Uzman Psikolog Fatma Torun Reid açıklamıştı. Toplumsal anlamda dünyada ve ülkede giderek daha sıkıntılı bir zaman yaşadığımız için belki de daha fazla gördüğümüz bu davranışları bu yazıda biraz açarak değerlendirmek isterim. Elbette Torun Reid gibi psikolog değilim ama anlaşmazlık ve bunların yönetimi üzerine çalışan, ders veren, program hazırlayan birisi olarak onun söyledikleri üstünden gitmeyi önemli buluyorum.
SABIRSIZLIK SORUNUMUZ
Torun-Reid’in değindiği şeylerden birisi toplum olarak sabırsızlığımızdı. Bir kuyrukta basit bir sıra bekleyememek de dahil buna, bir toplantıda kendisi hakkında söylenen bir şeye dair, o söz söylenir söylenmez, mutlaka “cevap hakkı” istemek de. Sırada bekleme süresinin uzadığını görüp arkasını dönüp gidenler, kendisine cevap hakkı verilmedikçe toplantıda duramayan kişiler aklımıza geliyor mu mesela? Cevap hakkı istemesek, söylenen şeyi ciddiye almasak, yahut toplantı bitiminde ilgilisiyle herkesin duyacağı şekilde değil, karşılıklı konuşsak, bu sabrı ve özgüveni göstersek ne olur örneğin? Sonuçta herkesin zamanı kısıtlı ve iki kişi arasındaki ego savaşları toplantıda bulunanların gerçekten ilgilendiği konu değil.
DİNLEME SORUNUMUZ
Torun-Reid aynı zamanda, toplum olarak dinleme-odaklanma sorunumuz olduğunu ifade etmişti. Kişisel iletişim açısından da sorunlarımız var elbet ama genel anlamda oldukça önemli olan bir kişiyi sonuna dek dinlemek bize zor geliyor. Bu elbette beynimizin dakikada 125 kelime ile konuşabilirken 500 kelime ile düşünmesiyle de alakalı. Hatta konuşan kişinin söylediği bir kaç kelime bize tanıdık geldikten sonra, onun ne söyleyeceğini bildiğimizi düşünerek, karşımızdakini dinlemeyi bırakıyoruz. Bazen telefon, televizyon, cadde gürültüsü gibi bir çok unsur dinlemeye odaklanmamızı engelliyor. Odaklanmayı bilmiyor dahi olabiliriz. Özellikle dinleme odaklı meslekler yapanlar başka her şeyi bırakıp, gerçekten karşılarındakini dinlemek anlamına gelen aktif dinlemek üstüne çalışmak durumunda. Diğerleri belki de bunu fark etmeden hayatını geçiriyor. Oysa insanları dinlemek sadece iletişimin değil onlarla güvene dayalı bir ilişki inşa etmenin de çok önemli bir yolu.
ÖFKE KONTROLÜMÜZÜN ZAYIFLIĞI
Torun-Reid, toplum olarak öfke kontrolümüzün zayıf olduğunu da söyledi. Gerçekten, dizilerdeki “Karadenizli” tiplemesinden bildiğimiz, bir anda parlayıp, bağırıp, ağzına geleni söyleyerek, yakıp-yıkan tip bu. O patlama geçtikten sonra, herkesin durumu kabul etmesini, bir şey olmamış gibi davranmayı tercih ediyoruz. Dahası, Torun-Reid’in vurguladığı önemli şeylerden biri de, bir şeyi savunurken veya tartışırken nazik kalmakta zorlanıyor olmamız. Dile gelen fikirlere değil, bunu ifade eden kişilere saldırıyoruz. Karşı tarafı aşağılama, eleştirme sıklıkla başvurduğumuz iletişim biçimleri. Hatta bu saldırıyı “sen” dili ile yapıyoruz. Sen “sorumsuz”sun, sen “kalbimi kırdın”, sen “tembel”sin gibi. Bu da karşı tarafın kendisini savunmasına ve onun da söylenenleri dinlememesine neden oluyor. Oysa karşı tarafı savunmaya geçiren “sen” dilini değil, dinlemesini sağlayacak “ben” dilini kullanmak çok önemli.
Yorumlar
Popüler Haberler
Deniz Zeyrek, Sözcü gazetesinden ayrıldı
MHP'li vekillerin istifa gerekçesine PolitikYol ulaştı: VIP altın kaçakçılığı
Yasadışı bahis soruşturmasında yeni dalga: 7 fenomene yakalama kararı
Sivas’ta dershane bulunan binada yangın: Bir öğretmen öldü
Selçuk Üniversitesi, mutluluğun formülünü aramayı bıraktı
Liderlik hayali kuran Türkiye, puansız Karadağ'a takıldı