Ankara’nın Altındağ ilçesinde bir grup “mahalleli” Suriyelilerin yaşadıkları ev ve iş yerlerine saldırdı. Küçücük çocukların yarılan kafaları, korkudan birbirlerine sarılışları; yağmalanan dükkânlar, parçalanan araçlar ve taşlanan evler… Bir kara delik daha açıldı tarihimizde, adı, Altındağ pogromu. Suç ve ceza şahsidir. Bu dünyevî açıdan devletler, uhrevî açıdan ise Kur’an ve Veda Hutbesi tarafından tescillenmiş kadim bir yasadır. Yani birinin suçunu bir başka kimse ya da zümreye mal edemezsiniz. Bu sebeple olayların illiyet bağı olarak gösterilen acıya değinmiyorum, değinmeyi de doğru bulmuyorum zira bahsetmenin dahi yapılanları sinsi şekilde meşrulaştırıcı bir işlev gördüğünü düşünüyorum. Türkiye için bir büyük utanç gecesiydi 11 Ağustos, rakamlara indirgenemeyecek. Kaç kişi öldü veya kaç liralık zarar var gibi tespitlerin peşinde koşmak gecenin kendisinden de utanç verici çünkü. O gece, 6-7 Eylül’ün siyah-beyaz fotoğrafları renklendi adeta. Peki pogromun sorumluları kim? Bu raddeye nasıl gelindi? Sorumlu tek başına iktidar ya da muhalefet mi? Çeşitli haber siteleri neden sürekli mütareke dönemindeymişiz gibi kışkırtıcı bir dil kullanıyor? Topraklarımız istila edildi de haberimiz mi yok? Bazı kalem erbabı muhalifler neden “ille de vatanım” sloganlarına savruluyor. Millet birikmiş öfkesini akıtacak mecra ararken bunu sandık yerine göçmenlere kanalize edenler kim? Sorular da cevapları da ağır. Cevapları aramaya girmeden şunu peşinen söylemek isterim; hepimiz bakmalıyız o gece açılan aynaya. Derin bir muhasebe yapmamız gerekiyor. Zira iktidarı değiştirelim derken değiştiğimizin, yozlaştığımızın ve giderek ona benzemeye başladığımızın emareleri her geçen gün maalesef biraz daha artıyor. Memleketin başkentinde, devletin dizinin dibinde olacak iş mi bu diyenler var. İstiklal Caddesi ya da Madımak Oteli çok mu izbe yerlerdi? Ne demişti Emel Anne, Ali İsmail’in katledildiği yeri gördüğünde: “Kimsenin olmadığı bir yer zannetmiştim, sapa bir yer zannetmiştim. Kimsenin ulaşamayacağı bir yer olarak düşünmüştüm ama değilmiş. Şehrin ortasında, herkesin görebileceği bir yerde darp edilmiş ve orada kimse dur dememiş o canilere. En çok buna canım yanıyor.” Bizde linç girişimleri ve katliamlar hep ulu orta yapıldı. Ahalinin gözleri, devletin gözetimi altında. Kudretinden sual olunmaz iktidar saatlerce bu linç girişimine gerekli müdahalede bulun(a)madı. Dış politikasıyla göçmen sorununun yaratıcısı ve göçmenlerin emeğini sermayedarların sömürüsüne hasreden iktidar, meselenin zaman içinde olası komplikasyonlarını önlemek için zerre adım atmadı. Hatta vaziyeti daha da kötü hale getirecek eylem ve söylemleri ardı ardına sıraladı. 11 Ağustos gecesi iktidarın gösterdiği kayıtsızlık bilinçli ve yakıcı sonuçlara gebeydi. Ensar-muhacir diyerek düştükleri yol neredeyse Kerbela’ya çıkacaktı. O gece neyin provası yapıldı? Mülteciler üzerinden çok tehlikeli bir tezgâh kurgulandı. Anlıyoruz ki, muhalefet harlanan ateşe su taşımazsa Türkiye zifiri karanlık gecelere gebe. Büyük çatışmalara sebebiyet verecek bir ortamın yaratılma ihtimalinin zorlandığı aşikâr. Bu olursa, Türkiye’nin kıyameti olur. Özellikle seçim sath-ı mahalline girildiğinde işin sonu olağanüstü halden de öte sıkıyönetime kadar varabilir. Sonrasını söylememe gerek yok. O gece bazı yurttaşlar balkonlarına Türk bayrağı asarak kendilerini saldırılardan korumaya çalışmışlar. Dayatılmak istenen iklimin farkında mıyız? Halkın üzerinde ki tazyiki görüyor muyuz? Muhalefet tarafında ise başrol maalesef Kemal Kılıçdaroğlu’nun. Cumhurbaşkanlığı adaylığı ihtimali belirdiği andan itibaren mülteci meselesine, son beş yıllık politik üslubunu inkâr edercesine, önünü arkasını düşünmeden, popülist içgüdülerle ve nobran bir dille ‘Biz’i unutup “ben, ben” diyerek, göndereceğiz, yollayacağız’ laflarıyla bodoslama daldı. Pogrom gecesi ise “Provokasyona müsaade edilmemeli” minvalinde bir tweet attı. Oysa provokasyona gollük bir orta kesen bizatihi kendisiydi. Hani soruyorlar ya kolluk kuvvetleri neden müdahale etmiyor veya geç ediyor diye. Düşünelim bakalım neden. Biz bu filmi daha önce defaatle izlemedik mi? Pogromun vahşeti sadece rejimin işine yarayacakken bu tuzağa nasıl düşülebildi? Acaba Kemal Bey’in aklına, kendisine Elmadağ’da yapılan saldırı gelmiş midir? O vahşeti de provokasyon düzeyine indirerek okumamızı ister mi? Elbette mülteci sorununun bu kadar büyümesinde birinci derecede sorumlu iktidar. Lakin muhalefete soracak sorularımız da var. Bu iktidara muhalefet etmek için göçmenleri hedef tahtasına koymaya neden ihtiyaç duydunuz? Göçmenleri her anlamda rehineye dönüştüren politikaların sebebi Türkiye’nin Suriye siyaseti değil mi? Şu hâlde muhalefet partileri bu konuyu gündeme getirirken konuşmaya Suriye tezkerelerine neden “evet” dediklerine dair bir özeleştiriyle başlasalar yerinde olmaz mı? Peki gerek CHP gerekse İyi Parti göçmenler konusunda şu ana kadar geliştirdikleri söylemle iktidara yeni bir 7 Haziran-1 Kasım cehennemi yaratma imkânı verdiklerinin farkında değiller mi? Türkiye bin türlü felaketle boğuşurken muhalefetin her konuda bin düşünüp bir söylemesi gerekmiyor mu? Başta ana muhalefet partisi olmak üzere tüm siyasi aktörler, neyle mücadele ettiklerini hâlâ idrak edemedilerse, vay halimize! Nasıl bir manzara yaratılmak istendiği yeterince açık değil mi? Göçmenlere dönük her saldırının faturasını muhalefet partilerine çıkartmak istiyorlar. Hal böyleyken kimi muhalefet partilerinin, iktidarın değirmenine su taşımakta bu kadar arzulu olmasını neyle açıklayabiliriz? İktidar yolunun popülist ve hamasi söylemlerden geçtiğini düşünerek yanılıyorlar. Bunlar AKP-MHP iktidarının araçları. Ne zaman popülizme ve hamasete kaysalar yalnızca iktidarı güçlendiriyorlar. Toplumu sükûnete davet edip, her işimizi akılla ve müzakereyle çözebileceğimiz fikrini önce kendilerinin içselleştirmesi gerekiyor. Peki bunu neden yapamıyorlar ya da yapmak mı istemiyorlar? ‘İktidar dururken muhalefeti nasıl eleştiriyorsunuz’ şikâyetini de anlamak mümkün değil. İktidarın ne olduğu zaten ortada değil mi? Tabii ki hesap soracağız ama o hesabın tertemiz sorulabilmesi için bizim de dosdoğru olmaya gayret etmemiz gerekmiyor mu? Bu ahlakçılık değil. Gaye-i hayalimiz kurumları yıkılan, yasaları delik deşik edilen, yangınlara ve sellere teslim edilmiş, toplumsal olarak ayrıştırılmış ülkemizi yeniden inşa etmek, ayağa kaldırmak değil mi? O halde elbette umudun filiz verebilmesi için muhalefet partilerinin üzerine titreyeceğiz. Hiçbirimizin mücadelesi diğerinden daha kutsal ya da önemsiz değil. Her birimiz bir kenarından tutmaya çalışıyoruz. Birbirimizi överek, birbirimizin hatasını yok sayarak bir yere varamayacağımızın en somut örneği mevcut iktidar değil mi? İktidarın attığı her adımla giderek bir açmaza dönüştürdüğü göçmen sorunu, göçmenler kadar, Türkiye’nin AKP sonrasında alacağı manzarayla da ilgili. O yüzden meseleyi hamasetle, popülizmle daha da derinleştirmenin kimseye faydası yok. Altındağ pogromundan gerekli dersler çıkarılıp, incelikli bir dil ve siyaset üretilerek toplum akl-ı selime sevk edilmeli. Aksi halde muhalefet, sahneye konacak kanlı trajedilere yamanacak aktör, işlemediği günahlara fail olmakla karşı karşıya kalabilir. Bunun önüne geçmenin tek yolu var; iktidarın yelkenine rüzgâr olacak hamasi ve şovenist politikalara yönelmemek veya ortam yaratmamak ya da prim vermemek. Altındağ pogromu hepimize şapkamızı önümüze koymamızı ve biraz nefes alıp düşünmemizi telkin ediyor. Sığınmacılar ve mülteciler yaşadığımız sorunların kaynağı değil, müşterek günahlarımızın bedelini bizimle birlikte ödeyen insanlar, hepsi bu. Bizim meselemiz çok daha derin, çok daha büyük.