Acıdır, her geçen gün aşınan, güven kaybına uğrayan bir hukuk sistemi ve bir yargı mekanizmasıyla yüz yüzeyiz. Hukuk kurallarının hiç değilse ahlak kuralları kadar önemsenip kaale alınması beklenir. Hak aramak, haksızlığa uğranıldığında çalınacak bir kapının olduğunu bilmek yurttaşa bir parça da olsa huzur verir. Hak kaybına uğramak zaten yeterince cansıkıcı bir durumdur. Bir de buna telefi mekanizmalarının ortadan kalkmış olması olgusu eklenirse egemen olan kocaman bir çaresizlik olur. Hangi hukuk, hangi yargı diye sorulabilir? Evet bir bütün olarak hukuk örgütlenmiş siyasettir, egemen sınıfların varlıklarının ve çıkarlarının kural yasa yönetmelik vb adlarla ambalajlanmış halidir. Ama bu sistemin yürüyebilmesi için yurttaşların gözünde asgari bir meşruluğunun bulunması gerekir. Halkın bu kuralların herkes için geçerli olduğu yönünde ikna edilmesi gerekir. Görünürde tüm toplumun düzen ve çıkarının gözetildiğine yurttaşlar inanmalıdırlar. Hukukun gerçekleşmesi, hayat bulması elbette yargı mekanizması ile sağlanır. Adliyeler, mahkemeler, yargıçlar bunun için vardır. Denek ki hukuk sistemi: Bir hukukun varlığını; İki hukuku gerçekleştirecek sağlıklı bir yargı organının varlığını zorunlu kılar. Bir hukuk kuralınız bir de bunu uygulayacak yargı mekanizmanızın ikisi bir arada yoksa hukuk orda guguk halini alıverir. Bu duruma dair hukuk fakültesinin birinci sınıfında hocalarımız şöyle derlerlerdi: ‘En kötü yasa bile, iyi uygulayıcıların elinde olumlu sonuçlar doğurabilir en iyi yasa bile kötü uygulayıcıların elinde soysuzlaştırılabilir.’ Ne var ki iyi tarafından değil, kötü tarafından örnekler var önümüzde. Bu açıdan Anayasa Mahkemesinin (AYM, -neden bu şekilde kısaltılıyorsa, anayasa sözü bitişik yazıldığına göre kısaltması bu şekilde olmamalı-) son kararlarına bakmak yerinde olacaktır. AYM’nin temel görevi yasaların anayasaya uygunluk denetimini yapmaktır. Buna bir de -Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruların önünü kesmek amacıyla- bireysel başvuruların değerlendirilmesi görevi eklenmiştir. AYM’nin 20 Temmuz 2016 tarihinde ilan edilen Olağanüstü Hal’den sonra sergilemiş olduğu tavır son derece ilgi çekicidir. Bu süreçte AYM kendi varlık nedenini de sorgulatacak kararlara imza atmakta tereddüt etmemiştir. Mahkeme 25.7.2016 tarihli 668 ve 669 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamelerin anayasaya aykırılık başvurularını “OHAL KHK üzerinde denetim yetkim yok” diyerek red yoluna gitmiştir. KHK ile tasfiye edilen kendi üyesinin yanı sıra binlerce binlerce OHAL KHK’sı mağdurunun bireysel başvurusunu yetkisizim diyerek geri çevirmiştir. AYM bu kararlarıyla adeta beni bu işlere karıştırmayın, benim nezdimde hak hukuk aramayın demeye getirmiştir. Görevini icra etmekten kaçınan bir yargı yeri görünümüne bürünmüştür. OHAL varsa ben yokum demiştir. Doğrudur AYM’nin kuruluş biçim ve oluşumu son Anayasa değişikliği ile tümden siyasetin tek bir kişinin eline teslim edilmiş, sorunlu hale gelmiştir. Bu durumda böyle bir AYM’ye gerek var mı diye sorulabilir? Devamında şu da söylenebilir bu şekildeki bir yapı tümüyle siyasal iktidarı meşrulaştırma aracına dönüşmüştür. Aynı değerlendirmeyi oluşumu açısından yani mahkemelerin kurulması, yargıçların atanması yol ve yöntemleri çerçevesinde baktığımızda tüm yargı yerleri için yapmamız da pekala mümkündür. Hal böyle iken AYM’nin tutuklu gazeteciler M. Altan, Ş. Alpay ve T. Günay’ın bireysel başvuruları üzerine, başvuruyu kabul etmesi, tutukluluğa ilişkin hak ihlali tespitini yapması ve tahliye kararları vermesi şaşırtıcı olduğu kadar yargı mekanizmasına dair bambaşka tartışmaları da beraberinde getirdi. AYM’nin vermiş olduğu tahliye kararlarını İstanbul Ağır Ceza Mahkemelerinin uygulamaması, bu kararları yetki aşımı sayarak yok hükmünde değerlendirmesi tam bir tuz kokma hali ortaya çıkardı. Ceza Mahkemelerinin bu tutumu adeta bir şok etkisi yarattı. Haklı olarak çok yoğun eleştiriler de gündeme geldi. Bir yerel mahkeme nasıl olur da ‘yüce mahkemenin bu kararını tanımazdı!’. Nasıl olur da ‘yüce mahkeme’ kararı uygulanmazdı? Bu sözler Türkiye’de yaşamayan birileri tarafımdan söylense belki anlamlı olabilir. Elbette mahkeme kararları uygulanmalı. Anayasa hükmü ile tüm kurumlar için mahkeme kararlarının uygulanmasını zorunlu kılmıştır. (Anayasa 138.Md: Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.) Ama ne var ki Anayasa bir şeyi unutmuş düzenlememiş görünüyor. Yasama, yürütme ve idareye yüklenen mahkeme kararlarına uyma zorunluluğu mahkemelere getirilmemiş durumda. Yani mahkemelerin mahkeme kararlarına uymaması durumunda çözümün ne yönde olacağına dair bir hukuk kuralı bulunmuyor. Ceza ve hukuk davalarındaki yerel mahkeme, Yargıtay dairesi, genel kurul silsilesi Anayasa Mahkemesi ile ceza mahkemeleri arasında bulunmuyor. Aralarında bir hiyerarşi söz konusu değil tabi ki. O anlamda da verilen kararların nasıl kıymetlendirileceği konusu tam bir keyfiliğe neden oluyor. Hukukta bu kadarı da olmaz denilerek düzenlenmesi şeytanın bile aklına gelmeyen alanlara dair yaşanan sorunlar bunlar. Ama asıl ben bu konuya şu nedenle girmiştim: Bırakalım Anayasa Mahkemesi kararlarının bir başka mahkeme tarafından uygulanmamasını, Anayasa Mahkemesinin de üstünde yer alan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin vermiş olduğu ve kesinleşmiş kararlar var ve bunlar yaklaşık 10 yıldır uygulanmıyor. Hukuksuzluk hali mi diyelim, keyfilik mi diyelim, bu ne talihsizlik mi diyelim… Hukuk guguk olmuş ama yine de her yurttaşın hukuka ihtiyacı var. Başta da hukuksuzluğu gerçekleştirenlerin…