Durum gayet açık: korkmamız isteniyor. Bakın, hemen her mecrada bir had bildirme ve gözdağı diliyle konuşuluyor artık. Artık şöyle böyle değil, tümüyle kontrolden çıkmış bir güç var karşımızda. Bu gücün devasalığını idrak etmemiz ve onun karşısında kendimizi tümüyle aciz görerek, köşemize çekilip, pısıp kalmamız bekleniyor. Bakın, gün be gün tehditler savruluyor, sussunlar ya da susturulsunlar diye isim isim kimseler ilan ediliyor, hedef gösteriliyor. Tedirginliği korkuyla pekiştirerek, olan biten her şey karşısında hiçbir şey yapılamaz algısı hâkim kılınmak isteniyor… Tepki göstermenin, isyan etmenin öldürücü olduğunu göstermek istiyorlar. Şayet haksızlıklara ve hukuksuzluklara karşı bir şeyler demeye kalkarsanız, hele bir de bir şeyler yapmaya kalkarsanız ecelsiz bir ölümü göze almanız gerektiği bildiriliyor size… Ülkece bir felakete doğru yol alıyoruz. Ekonomik, politik ve yaşamsal bir felakete doğru… Peki, bu felaketin sorumlusu kim olacak, kimler olacak? Sadece kötü yönetenler mi? Hayır! Apaçık bir şekilde olup bitenlere karşı sesini çıkarmayan, ısrarla ve inatla hiç konuşmayanlar da bir o kadar sorumlu olacak elbette. Her birimiz sorumlu olacağız! Hepimiz aynı gemideyiz zira. Ve hayatımızın küçük gerçekleri ile ekonomideki büyük hareketler arasında, kişisel küçük rahatlarımız ile politik büyük tezlerimiz arasında çırpınırken, vaktinde gerçekleştirmediğimiz manevralar geminin karaya ulaşmadan batmasına yol açabilir. Nitekim gemi uzun süredir su alıyor zaten, fakat henüz batmamış olmasının verdiği tuhaf vurdumduymazlık içinde; kimileri felaket düzeninin “olumsuz faydaları”ndan söz ediyor; kimileri uzlaşmacı tavırlar içinde hemen her gün yeni bir haksızlığı sindirerek felaket riskini azalttığını zannediyor ve pek çok kimse de şu ya da bu şekilde korku içinde yaşarken karaya ulaşılabileceğinden pek emin bir şekilde sürdürüyor yaşamını... Ne güzel! Bünyelerinde korkuya karşı hiç de misafirperver olmayan kimselerce kurulmuş bir ülkenin yüzüncü yılına doğru yaklaştığımız bir zamanda geldiğimiz nokta bu. İnsanlık tarihi, karşılığında herhangi bir refleksin gösterilmeyeceğinden emin olan hemen her kontrolsüz gücün, tehdit etmeyi ve gerekirse saldırmayı her geçen gün daha mantıklı bulmaya başladığını defalarca doğrulamıştır. Nitekim tehdit mekanizmasını kullanarak, kendi mevcut durumunu sürdürebileceğini düşünmeye başlayanlar, kısa süre içinde saf şiddete dayalı bir eylem tarzını devreye sokmaktan asla çekinmemişlerdir. Ve böyle bir durum karşısında, mücadele etmek yerine, “en kötü sonuçların en iyisine sahip olmak için” uzlaşmayı seçenler, nihayetinde en büyük acıları yaşayanlar olmuştur. Çünkü tek taraflı bir uzlaşmacılık anlayışıyla hiçbir şeklide bir uzlaşma kültürü inşa edilemez! Tehdidin “hukuki” bir kalkan eşliğinde kullanılmaya başlandığı süreçte artık uzlaşma olamaz! Ülkece içine sürüklendiğimiz ekonomik ve politik açmazlar, başta muhalefet partileri olmak üzere duyarlı tüm politik aktörlerin reflekslerini en az iki katına çıkarmasının ve hiç zaman kaybetmeden söz konusu açmazların yol açtığı hukuksuzluklara ve devasa sorunlara karşı derhal net bir duruş noktası belirlemesinin bir zorunluluk haline geldiğine işaret etmektedir. Bu noktada, istenmeyen sonuçlardan kurtulmayı hedeflerken, zamanında, doğru ve durdurucu refleksler göstermek büyük önem taşıyor. Yaşanan koşulları öne sürüp şu ya da bu şekilde tek taraflı bir uzlaşmacılık dilenciliği yapmak asla doğru bir refleks değildir. Çünkü yaşanan koşulları dikkate alırken, yaşanacakları da öngörebilmek gerekir. Ve uzlaşmacılık adına, mücadeleden uzaklaşmak demek, kontrolden çıkmış bir güce yol vermekten başka bir şey demek değildir. Barışı katletme pahasına savaştan kaçınılamaz! Ne kadar çabuk not aldığımızı ve buna göre çabuk hareket edebildiğimizi her zamankinden çok daha iyi göstermemiz gereken zamanlardayız artık. Çünkü kararsız kaldığımız her an, korktuğumuz her an, çekindiğimiz her an, bilmediğimiz ya da gerçekten düşünmediğimiz her türlü felaket birdenbire her şeyi birbirine katabilir; tehditlere boyun eğmeye devam ederken her şey bir anda toz haline gelebilir –bir ülke batabilir, bir ülke yıkılabilir! Artık devrim ve karşıdevrim güçleri arasındaki bilek güreşi dönemi bitmiştir. Tehdit dili, karşıdevrim odaklarının sondan bir önceki adımıdır. Tehdit dili, A aktörünün B aktörüne saldırmak için açık bir niyeti olduğunda kullanmaya başladığı dildir. Olası bir açık saldırı öncesinde caydırmak ve korkutmak için kullanır bu dili. Tehdit dilini kullanmaya başlayan bir kişi, artık hiçbir hukuksal ilkeye göre hareket etmeyeceğini açıkça beyan etmiş demektir. Dahası sadece hukuksuz eylemlerde bulunacağının değil bu tür eylemlerine ses çıkarılmaması gerektiğini de ilan etmektedir çekincesizce. İçinde yaşadığımız günlerde, ülkece reflekslerimiz ölçülüyor. Haksızlığa, hukuksuzluğa ve saçmalıklara karşı ne denli tahammül edebileceğimiz hesaplanıyor –titiz değil kaba bir şekilde yapılıyor bu. Anadolu Devrimi korkuyu bünyesinde hiç misafir etmemiş kişilerce gerçekleştirilmiştir ve bu ülkenin sol kültürü korkuyu bünyesinde hiç misafir etmemiş, korkuya karşı hiç de misafirperver olmayan bir bünyeyi hiç terk etmemiştir –etmemelidir de!