Türkiye bugünkü hâli ile emeğin varoluşsal bir alana itildiği ve tasarrufun da tüketimin de küçük bir azınlık tarafından yapıldığı gaddar bir iktisadi ve politik yapı içindedir. Bunun en kısa sürede sonlanması ve daha eşitlikçi ve verimli bir yapının kurulması için de çaba göstermemiz gerektiğini belirtmek isterim. Doğal afetler veya büyük kazalar sosyal ve iktisadi etkilerini üzerine kuruldukları sosyal ve politik yapılar üzerinden gösterir. Türkiye’de meydana gelen son büyük deprem çürüyen iktisadi ve sosyal yapının zamana yenildiğini gösteren temsili bir olaydır. Bu da ülkede yaklaşık 20 yıldır (cumhuriyetin yaklaşık %20’lik dönemine karşılık gelir) iktidarda olan bir partinin izlediği politikalarla yakından ilişkilidir. Deprem sonrası ortaya çıkan Kızılay gerçeğinin etraflı analizi mevcut iktisadi ve politik değerlere dair önemli ipuçları sunar. Bu yazıda ifade etmeye çalışacağım genel çerçevenin de kilit özelliklerini vermesi açısından yol göstericidir. Kızılay olayının gösterdikleri: Kızılay’ın holdingleşmiş olması (dayanışmanın ve bağışların ticarileşmesini), bunu yeni öğreniyor olmamız (epistemik karartma olduğunu), çadır satıyor olması (ahlaki problem), ticari ilişkilerini belirli gruplarla/cemaatlerle sınırlandırması (ideolojik ayrımcılık yaptığı), Başkanı’nın holdingin tüm şirketlerinden ücret alması (kamusal niteliği olan bir kurumun arpalığa dönüşmesi), yönetici kadrosuna dair partizan tercihler (liyakatsizlik ve kayırmacılık problemi), çadırlarının niteliği (üretimin katma değer problemi). Tek bir olayda dahi bu kadar geniş bir problem setini aynı anda görmek ülke genelindeki problemlerin derinliğini ve yaygınlığına dair önemli bir ipucudur. Bu tekil değil genel bir resimdir. Kızılay üzerinde somutlaşan ayrıntılar bir iktidar sürecinin yarattığı AKP-tipi kapitalizmin sonucudur. AKP-tipi kapitalizmi birbirinden ayrı gözüken fakat sonuçları anlamında birbirine bağlı iki dönem içinde gelişti. İlk döneminde nispeten daha iyi olan makro yapı ikinci dönemde ciddi anlamda bozuldu. İlk dönemin strateji içermeyen politikaları iktisadi bağışıklık sistemini zayıflatırken (üretimin zayıf katma değer niteliği, sıcak para bağımlılığı, ithalat bağımlılığı gibi), ikinci dönemin irrasyonel politikaları iktisadi bünyenin çökmesine neden oldu (yüksek dış ticaret açıkları, irrasyonel fiyatlamalar, niteliksiz büyüme, gelir dağılımındaki hızlı bozulma gibi). Bunun sonucu olarak da devlet kapasitesi iktisadi olanı yönetme ve müdahale kapasitesini büyük oranda kaybetti. Bu yanıyla, deprem sadece fiziksel bir çökme değil, büyük oranda etkinsiz, adil olmayan ve yaygın bir şekilde niteliksiz bir hizmet sektörü üzerine dayalı bir ülkenin üretim niteliği ve organizasyon kapasitesinin çökmesidir. Kızılay’ın depremde çadır satmasında somutlaştığı gibi, sosyal ve ahlaki çeperlerin de genel anlamda nasıl zorlandığını ve aşındığını göstermesi açısından da kritik önemdedir. Son dönemde dünya genelinde birçok ülkede otoriter siyaset iktisadi ve sosyal olanı derinden etkiledi.  Siyasi tercihlerle ortaya çıkan ekonomileri Trump ekonomisi, Erdoğan ekonomisi, Putin ekonomisi veya Modi ekonomisi diye sınıflandırırsak çok abartmış olmayız. Çünkü ülke içinde etkiledikleri iktisadi alan oldukça geniş. Bu da iktisadi analizi için politik dinamiklerin dikkate alınmasını gerektiriyor.  Erdoğan ekonomisinin bu ekonomilerden önemli bir farkı var, o da irrasyonel alanın zamanla daha da genişlemesidir. AKP iktisat politikalarının özelliklerini belli başlıklar altında toplayabiliriz. Birincisi, etkin değil (hem makro düzeyde hem de kamu kaynaklarının etkin kullanımı anlamında); ikincisi, eşitlikçi değil (bölgesel, sınıfsal ve bireysel düzeyde ciddi bir eşitsizlik yarattı); üçüncüsü politik temerküzün yol açtığı adil olmayan, kayırmacı ve suistimal içeren bir dağıtım mekanizması yarattı-yani politik yeniden dağıtım mekanizması rant niteliği ağır basan ve yolsuzluk içeren bir iktisadi denge durumu ortaya çıkardı. Bu özellikleri ile AKP iktidarının sermaye birikim sürecinin dayandığı büyüme dinamiği kısa dönemli, plansız, büyük oranda politik kaygılar içeren, sürdürülebilir ve eşitlikçi olmayan bir büyümedir. Bu yanıyla, daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, AKP iktidarının ilk dönemi nasiplendirilen (trickle down) ikinci dönemi fakirleştiren bir büyüme niteliği gösterir.
AKPnin iktidarı boyunca piyasa ile kurduğu ilişki biçimi etkinlikten de uzaktır. AKP, iktidar dönemini arzın niteliğinden çok talebin yönetimine dair kaygılarla geçirdi. Bu yüzden, bankalar kritik bir yol üstlendi ve bu yüzden faiz oranı anahtar bir değişkene dönüştü.
AKPNİN TALEP ÖNCELİĞİ VE SINIFLARLA İLİŞKİSİ 2000’li yılların başından ortalarına kadar Türkiye’de büyüme rakamları yüksek düzeyde seyretti (yaklaşık %7 civarında). Fakat büyümenin sürdürülebilir dinamiklere sahip olmaması, değişen global koşullar, politik tercih ve belirsizlikleri ile bunun tekrardan geri alınmasına neden oldu. Benzer tecrübeleri diğer ülke örneklerinden de görülebiliriz.  Örneğin, Brezilya %7 ortalama ile yaklaşık 25 yıldan fazla süre büyüyen nadir ülkelerden biriydi. Fakat 1982’deki borç krizi ile birlikte bunu sıfıra yakın büyüme yılları takip etti. Çünkü büyümenin kaynağında ciddi düzeyde borçlanma vardı ve sermaye daha üretken ve rekabetçi alanlara yönelmedi. Sovyetler Birliği, 1930-1970 arasında oldukça yüksek büyüme rakamlarına sahipti (yaklaşık %7 civarında). Fakat bunun da sürdürülebilir olmadığını sistem çöktüğünde anladık. Şili de 1980-1990’lı yıllarda hızlı bir büyüme trendi yakaladı, fakat zamanla üretim potansiyelini kaybettiği gibi, ciddi anlamda eşitsizlik üreten bir nitelik kazandı. Türkiye’de de benzer şekilde nispeten daha yüksek büyüme oranları sonrasında zamanla kendimizi adil ve etkin olmayan bir üretim yapısı içinde bulduk.  Bu gelişmenin birçok sebebi olduğu ifade edilebilir. Fakat ben bunun, daha önce de ifade ettiğim gibi, AKP’nin iktisat politikalarında piyasa ve devletin stratejik imkânlarına dair gelişkin bir perspektifinin olmamasına bağlıyorum. Daha çok konjonktürel talep ve politik fayda üzerinden politikalar geliştirildi. AKP’nin iktidara geldiği dönemde temel makroekonomik göstergelerde özellikle enflasyon, faiz oranı ve bütçe açığı gibi alanlarda ciddi sorunlar vardı. Bunların önemli bir kısmı devlet ekseninde ortaya çıkan sorunlardı. AKP iktidarında devlet borç talebini kıstığında faizler düştü, sermaye girişi ile döviz kuru üzerinden enflasyon düştü, ekonomide çarklar dönmeye başlayınca vergi gelirleri ve azalan borç faiz ödemeleri ile bütçe dengesi kuruldu. Bu makro başarı durumu piyasalara ve AKP’nin kendisine büyük bir başarı atfetmesine neden oldu. Buna 1990’lı yıllardan itibaren yükselen liberal politikaların egemenliği eklenince piyasa başarısına daha abartılı bir önem verildi. Bu piyasacı perspektif dönem dönem azalsa da hep sürdürüldü. Fakat iktidarın piyasaya yüklediği işlevin çelişkili ve tövbekâr bir hâl aldığını birçok durumda görebiliyoruz. Özelleştirme bu konulardan biridir. Çok sayıda firmanın özelleştirilmesinde devletin piyasadan çekilmesi gerektiği dışında güçlü bir argümanı olmadı. Bu yüzden özelleştirmeye özensiz, plansız ve toptancı yaklaşıldı. Son yıllarda daha önce özelleştirme listesine konulan kamu bankalarını iktidar bugün kendi amaçları için çok yoğun bir şekilde kullanmaktadır (döviz kuru müdahaleleri, yaygın bir şekilde kredi kullanılması veya devletin finanse edilmesi). Benzer şekilde, özelleştirme yoluyla devredilen kamu firmalarının mülkiyetindeki değişim aynı zamanda sorunlarını çözümünde kâr-odaklı olmasına ve hizmet kalitesinin düşmesine neden oldu.  Bu yüzden, dönemin ekonomi bakanı bugünkü aklımız olsaydı elektrik dağıtım şirketlerini özelleştirmezdik demek durumunda kalıyor. AKP’nin iktidarı boyunca piyasa ile kurduğu ilişki biçimi etkinlikten de uzaktır. AKP, iktidar dönemini arzın niteliğinden çok talebin yönetimine dair kaygılarla geçirdi. Bu yüzden, bankalar kritik bir yol üstlendi ve bu yüzden faiz oranı anahtar bir değişkene dönüştü. Sürekli talep yönetimi çabaları kırılganlıkları gizlediği gibi, iktidarın üretime dönük daha yapısal politikalara yönelmesini de öteledi.
AKP siyasetinin kendini görünür olanla (inşaat faaliyetleri) ve planlama ufkunu da seçimle sınırlandırması konjonktürel talep yönetimi ile ilgilenmesine neden oldu. Deprem sonrası inşaat refleksinin bu kadar hızlı verilmesinde de bunu görüyoruz.
Yani talebin diri tutulması üretimin niteliğinden bağımsız düşünüldü. Bu durumu firma davranışları üzerinden daha net anlayabiliriz. Son dönemde yaptığım bir çalışmanın sonuçları büyük firmaların piyasa paylarını küçüklerin aleyhine geliştirdiklerini fakat bunu teknoloji üzerinden değil de daha çok geleneksel rekabet araçları ile yaptıklarını göstermekte. Yani hem tekelleşme hem de teknolojik durgunluk aynı anda ortaya çıkmaktadır. Dahası, bulgular firmaların artık yeterince istihdam yaratmadığını göstermektedir.  Bu durum 2000’li yılların ortasından itibaren ortaya çıkan yüksek düzeyde işsizliği de bir ölçüye kadar açıklar niteliktedir. İhracat ürünleri içinde ileri teknoloji ürünleri payının (yaklaşık %3) sürekli yerinde sayması da firmaların sınırlı teknoloji kapasitesini göstermesi açısından basit fakat oldukça iyi bir göstergedir. Firmaların şu anki teknoloji düzeyi, yerli firmaların hem kısa dönem kar motivasyonu hem de uluslararası büyük firmaların rekabet baskısı altında geldiği düzeyi temsil ediyor. Bu tür sonuçları önlemek için devletin araçları etkin olarak kullanılmadı, iktidar fazlasıyla piyasaların talep tarafına gömüldü. Yani AKP siyasetinin kendini görünür olanla (inşaat faaliyetleri) ve planlama ufkunu da seçimle sınırlandırması konjonktürel talep yönetimi ile ilgilenmesine neden oldu. Deprem sonrası inşaat refleksinin bu kadar hızlı verilmesinde de bunu görüyoruz. Deprem sonrası çok hızlı bir şekilde yapılan ihaleler ve konut inşaatlarına kısa sürede başlanılacağının ilan edilmesi bu düşünsel arka planının sonucudur. Türkiye’nin cari açık problemi de büyük oranda iktidarın talep problemini öncelemesinin bir sonucudur. Yani büyüme tercihi ile ortaya çıkan bir durumdur. AKP iktidarı da önceki iktidarlar gibi cari açığı fiyat problemi (rekabetçi döviz kuru) ve firmaların performansına indirgedi. Oysa problem bunu çok aşan bir niteliktedir. Oysa cari açık ülke ekonomisinin işleyiş dinamiğine dönük temel ipuçları verir. Ülkenin üretim yapısı, tasarruf ve tüketim eğilimleri, dış dünya ile entegre biçimi ve dahası sermaye birikiminin niteliğini tanımlar. Üretim yapısı firmalara bırakıldığından ve talep de teşvik edildiğinde ikili bir kıskaç hâlinde (katma değeri düşük üretim ve ithalata yönelen talep) cari açık problemi ortaya çıkar. Bu yüzden, AKP iktidarının en başarısız olduğu üç temel alandan biri cari açıktır (diğerleri işsizlik ve ileri teknoloji eksikliği). Bu iktidar döneminde cari açık ortalaması yaklaşık %4-5 civarındadır (1990’larda bu %1 civarındadır). Cari açığın finansmanı da doğal olarak ilave sorunları beraberinde getirdi. Sıcak para ile finanse edildiğinde 2018'de olduğu gibi veya son dönemlerde olduğu sermaye çıkışı ciddi sorunlara neden oldu. Cari açık finansmanı aslında ilk dönemlerde daha sağlıklıydı. Belli bir bölümü FDI ile finanse edildi. Fakat burada da özensiz ve ilgisiz, plansız davranıldı. FDI’nın teknolojik katkısı oldukça sınırlı kaldı. Bu yapının şekillenmesinde AKP’nin sermaye ile kurduğu ilişkinin boyutu ve niteliği önemlidir. AKP için dört türlü sermaye var oldu. Bunlardan biri, oldukça yakınında yer alan ve simbiyotik bir ilişki geliştirdiği sermayedir. Bu daha çok inşaat üzerinden ilişki kurduğu sınırlı sayıda kişiden oluşan bir sermaye grubudur. Sınırlı da olsa bu ilişki ile ortaya çıkan ekonomik işlem düzeyi oldukça yüksektir.
AKP ekonomisinin en belirgin özelliklerinden biri oluşan iktisadi dengenin politik bir temerküz/baskı altında gerçekleşiyor olmasıdır. Bu baskı altında farklı sosyal ve iktisadi gruplar politik risk algılarına bağlı olarak iktisadi davranışları sergilediler.
İkinci sermaye grubu ise, uluslararası piyasalara açık, rekabetçi ve dış ticaret yapan fakat iktidarla al-ver ilişkisine girse de mesafeli duran bir sermayedir. Üçüncü sermaye grubu ise sayı olarak daha fazla ve ölçek olarak küçük/orta şirketlerden oluşuyor. Bunlar da daha çok ticaret odaları ve dernekler üzerinden ilişki kurulan sermaye gruplarıdır (İTO, MUSİAD gibi). Son olarak, uluslararası sermaye diyebileceğimiz yerel sermaye gruplarına göre daha indirekt ilişki kurulan ve dış dünya ile entegrasyonun biçimini belirleyen, gelmesi konusunda sürekli özendirilen ve ağırlıklı olarak finansal sermaye grubudur. İktidarının ilk yıllarında yabancı doğrudan yatırım niteliği de olan bu sermaye son dönemde ülkeden çekilmiş durumdadır. Yabancı sermayeyi daha çok cari açığın finansmanındaki rolü üzerinden takip edebiliyoruz. Son yılların makroekonomik çöküşü farklı yerel sermaye gruplarını farklı şekilde etkiledi. Birinci sermaye grubunun devletle kurduğu iktisadi ilişki biçimleri (miktar/fiyat garantileri, döviz cinsi sözleşmeler gibi) kendilerini olumsuz gelişmelerden korumasını sağladı. Dolayısıyla politik olarak iktidara oldukça bağımlı bir sermaye grubudur. Bu tür “politik firma” diyebileceğimiz firmalar aslında dünyanın birçok yerinde ortaya çıktı. İtalya’da on yıllarca süren koalisyon ortamında siyasetçi-firma ilişkileri suistimaller, etkin ve adil olmayan sonuçlar yaratmıştı. Rusya’daki oligarkların durumu da bu anlamda görülebilir. Oligarklar ile Kremlin arasındaki iki yönlü çıkar ilişkisi ülkenin temel karakteristiğidir. Politik zemin firmaları iktisadi açıdan daha etkin ve üretken çalışan firma formundan çıkarıp politikacılarla simbiyotik ilişkiler kurmalarına yol açıyor. İkinci sermaye grubu da benzer şekilde büyük oranda, daha rekabetçi ve ihracata dönük üretim yapılarından dolayı, makroekonomik olumsuzluklardan etkilenmedikleri gibi, bundan faydalanmasını bildiler (döviz kuru değer kayıpları, emek maliyetinin düşmesi gibi). Özellikle İSO-500 grubunun yüksek kârlarından da bunu görebiliyoruz. Fakat bu sermaye grubunun makro düzeyde izlenen irrasyonel politikaların ve siyasetin öngörülmez olmasından çekindikleri çok açık. Makroekonomik gelişmelerden en olumsuz etkilenen ise nispeten daha küçük, devletle de direkt iktisadi bağı olmayan ve rekabet problemleri olan üçüncü sermaye grubundaki firmalar oldu. Özellikle talep problemi, borçluluk düzeyleri ve belirsizlikten bu firmaları olumsuz etkiledi. Sonuç olarak, makro istikrarsızlığın farklı sermaye gruplarını farklı gelişim patikalarına zorlaması, sermayenin kendi içinde de eşitsizlik düzeyini daha da artırdı. Emeğin aleyhine olan gelişmeler aynı zamanda küçük sermayenin de aleyhine döndü. Yani, devletle simbiyotik ilişki kuran sermaye grupları ile büyük sermaye grupları hem emeğin hem de küçük sermaye grupların aleyhine büyüdüler. Devletle simbiyotik ilişki kuran birinci sermaye grubunun sayısal gücünün ve hatta sermaye düzeyinin ötesinde iktidar üzerinde zihinsel bir etkisi oldu. İktidarın talep önceliği ile bu sermaye grubunun inşaatçı niteliği birbirini besledi. Yani inşaatın çok sayıda sektörü (yaklaşık 200 farklı mal grubunu) harekete geçirme potansiyeli ile iktidarın ekonomik büyüme telaşı ve inşaat yoluyla görünür olma isteği örtüştü. Bu durum iktidarı inşaata daha bağımlı hâle getirdi ve zaten kısa dönemli olan ufkunu daha da kısalttı. Bunun sonucu olarak üretken olmayan, iç piyasaya dönük ve ithalatı artıran bir iktisadi yapının alanı genişledi. Böylece inşaat etrafında şekillenen ve inşaat ile sınırlı kalmayan ülke geneline yayılan bir rant motivasyonunu tetikledi. Politik dağıtım mekanizmasının en önemli havucu hâline gelen rant dağıtımı yaygın yolsuzluk, kural-dışılık ve suistimaller içeren bir iktisadi dengenin oluşmasına yol açtı.
İktidarın zamanla daha otoriter hâle gelmesi devlet aygıtının stratejik bir yana daha rasyonel kullanımını dahi engelledi. Bunun en önemli sebebinin de politik otoriterleşme ile iktisadi rasyonalite arasında iki yönlü güçlü bir nedensellik ilişkisi ile ortaya çıktığını düşünüyorum.  Otoriterleşmenin ekonomi genelinde aktörlerin risk algılarını artırdığını, bunun da daha düşük ve eşitsiz bir refah dengesi yarattığını yukarıda ifade etmiştim.
Daha önceki bir yazımda bu simbiyotik ilişkinin kamusal bilgi paylaşımı, etkinlik ve eşitsizlik gibi diğer problemlere de neden olduğunu daha detaylı ifade etmiştim. Kısaca ifade edersem, bu tür şirketlerin varlığı kamu ihalelerinde rekabeti ve etkinliği ortadan kaldırdığı gibi, şeffaflık dediğimiz bilgi paylaşımını da bir mahrem alana dönüştürdü. Bu yüzden, bu tür bir ilişkinin, devlet-firma ilişkisinin ötesinde kamusal bilginin paylaşımı ve yayılması ile ilgili bir anlamı da vardır. İlişkinin politik yanı, bunu örtme isteğini sürekli faal tutmaktadır. Bu yüzden ihale yasaları sürekli değişmekte, sözleşmelerin içeriği açıklanmamakta ve haberlere erişim kısıtları getirilmektedir. Bunun ülke geneline yayılan etkinlik, doğru bilgi paylaşımı ve eşitlik problemleri ile birlikte düşünmek gerekir. Diğer yandan, iktidarın emekle kurduğu ilişkinin de büyük oranda toplam talebin türevine indirgediğini düşünüyorum. Piyasa talebi ile istihdam arasındaki düşünülen ilişki işçi refahı için temel kriter alındı. Yani piyasa talebi sürdüğü müddetçe istihdamın da süreceği ve artacağı düşünüldü. Fakat AKP iktidarında işsizlik oranı aralığının %8-14 arasında dalgalandığını düşünürsek (bu 1990’larda %6-8 arasındaydı), istihdamın işsizliği düşürecek düzeyde artmadığını söyleyebiliriz. Yani sadece bu nicel kriter üzerinden bile ciddi bir başarı söz konusu değildir. Kriter işçinin çalışıyor olup olmadığına indirgendiğinde emeğin yaşam koşulları ve reel ücretleri çok dikkate alınan bir unsur olmaktan çıkar. Bu yüzden de bu konularda ciddi iyileşmeler için önemli çabalar olmadı. Yüksek iş kazaları ve uzun çalışma sürelerini dikkate aldığımızda işçilerin fiziksel varlıklarına dahi gerekli özeni gösteren düzenlemeler yapılmadı. Emek gelirleri ise iktidar dönemi boyunca çok iyileşmediği gibi, son dönemlerde emeğin gelirden aldığı pay cumhuriyet tarihinin görmediği düzeylere geriledi. Çalışanların neredeyse yarısı asgari ücretli hâle geldi, ücret skalasının alt sınırına doğru bir yığılma ortaya çıktı. Sendikal haklar ise hem dış gelişmeler (global liberal politikalar, uluslararası ticaret, teknoloji gibi) hem de ulusal düzeydeki faktörlerden dolayı (sektörel değişim, sendika karşıtlığı, iktidara yakın sendikaların egemenliği) olumsuz bir seyir izledi. Bu da işçi haklarını savunmayı zayıflattığı gibi, niteliksiz bir sendikacılığın oluşmasına neden oldu. Dahası, iktidarın temel amacı istihdam olunca emek piyasasını esnekleştirmek en etkin araca dönüştü. Bunun için de taşeronlaşmanın önü açıldı, formel-enformel emek piyasasında ayrışmanın derinleşmesine göz yumuldu, sendikal güç zayıfladı/zayıflatıldı, kıdem tazminat haklarının esnetilmesi için zemin yoklandı. Emeğin niteliğindeki (insan sermayesi) iyileşmenin de sınırlı kaldığını gözlemliyoruz, bunun için de üniversitelerin niteliğindeki kaybın temel kriter olarak alınabileceğini düşünüyorum. Mevcut insan sermayesinin de yurtdışına göç ettiğini düşündüğümüzde, hem alttan daha iyi eğitimli insanların gelmediğini olanların da gittiğini söyleyebiliriz. Kısaca bu dönemde emeğin ne niteliğinde ne gelirinde ne de çalışma koşullarında ciddi iyileşmeler söz konusu oldu. İKTİSADIN POLİTİK OTORİTER DENGESİ AKP ekonomisinin en belirgin özelliklerinden biri oluşan iktisadi dengenin politik bir temerküz/baskı altında gerçekleşiyor olmasıdır. Bu baskı altında farklı sosyal ve iktisadi gruplar politik risk algılarına bağlı olarak iktisadi davranışları sergilediler. Politik riskin asimetrik etkisi (farklı gruplarda farklı algılanması) iki ayrı ekonomik refah düzeyinin oluşmasına neden oluyor. Bunlardan biri, daha seküler ve eğitimli kesimin yüksek refah düzeyi ile iktidara daha yakın kesimin düşük refah düzeyidir. Ülke üretkenliğini aşağıya çeken politik risk, bir grubu servetini korumak için finansal çabalara iterek rantiyer olmaya zorlarken, diğer grup üyelerini daha çok işsiz ve niteliksiz bırakmaktadır. Uzun süreden beri Türkiye’de bugün olduğu kadar insanların finansa, gayrimenkule bu kadar ilgi gösterdiği bir dönem olmadı. 1990’lı yıllarda bu daha çok kurumsal/şirket düzeyindeydi, şimdi yaygın bir halk kesimi de buna dâhil olmuş durumdadır. Yani otoriter siyaset altında etkin ve adil olmayan iktisadi bir dengeden bahsediyoruz. Türkiye’de politik güç zamanla temerküz ettikçe ve politik baskı arttıkça, kamu kurumlarının önemli bir kısmı zamanla edindikleri geleneklerin zayıflamasıyla birer idari ofislere dönüştüler. Kendi geleneksel amaçlarının dışına çıkartılarak politik tercihlerin birer enstrümanı hâline geldiler. Bu durum, kurumları işlevsiz kıldığı gibi, büyük oranda kurumsal bilgi yıkımına da yol açtı. Kurumsal hafıza, bilgi birikimi ve insan sermayesi atıl hâle getirildi. Örneğin, Merkez Bankası, TÜİK, BDDK ve kamu bankaları temel işlevlerinin dışına çıkartıldı. Her biri irrasyonel politikaların araçlarına dönüştürüldü. Merkez Bankası kanalı ile faizin sürekli bir şekilde kredi artışına koşulması iktidar için en kolaycı iktisadi yöntem oldu. TÜİK yoluyla enflasyon epistemik karartmaya tabi tutuldu. BDDK kuruluş amacının tersine iktisadi sisteme risk yüklenmesini teşvik etti (kredi vermeyi teşvik eden aktif rasyosu gibi). Kamu bankaları temel amaçlarından saparak iktidara yakın grupların finansörüne dönüştükleri gibi, genel anlamda da aşırı kredi verme eğilimi gösterdiler, devleti fonladılar ve aynı zamanda gölge merkez bankası rolü üstlendiler. Tüm bunlar bir rastlandı değildir, belli bir ekonomi politiğin somut uzantılarıdırBu yanıyla, siyasetin kendisi ekonomiyi sosyal refahtan bağımsız bir iktisadi patikaya sürükledi. İktidarın zamanla daha otoriter hâle gelmesi devlet aygıtının stratejik bir yana daha rasyonel kullanımını dahi engelledi. Bunun en önemli sebebinin de politik otoriterleşme ile iktisadi rasyonalite arasında iki yönlü güçlü bir nedensellik ilişkisi ile ortaya çıktığını düşünüyorum.  Otoriterleşmenin ekonomi genelinde aktörlerin risk algılarını artırdığını, bunun da daha düşük ve eşitsiz bir refah dengesi yarattığını yukarıda ifade etmiştim. Fakat bunun aynı zamanda otoriterleşmeyi daha da artırdığını görüyoruz çünkü iktidar yarattığı sorunları kendi otoriter doğasından ziyade başka alan ve aktörlerde arama eğilimi içinde. Bu da daha fazla politik baskı ve daha fazla iktisadi regülasyon anlamına geliyor.  Her yarattığı sorunu çözmek için başvurduğu araç iktisadi irrasyonalite alanın daha da genişlemesine neden oluyor. Böylece iktidar, devlet aygıtlarını iktisadi düzlemde düşündüğünün çok ötesinde fakat etkin olmayan bir şekilde kullanır oldu. Sonuç olarak, otoriterleşme irrasyonaliteyi hem siyasi aktörün kendisine hem de iktisadi aktörlere yayarak ilerliyor. Fakat burada iktidarın devlet aygıtını rasyonel ile stratejik kullanmasını birbirinden ayırmak gerekir. Devlet aygıtının daha az rasyonel kullanılması otoriterliğinin artması ile ortaya çıkarken, stratejik kullanılmamasının başından beri daha yapısal ve düşünsel bir yönleri var.  Bunu daha somut anlamak için iktidarın bütçe disiplini yaklaşımına bakmak gerekir. İktidarının en başından beri AKP bütçe disiplini etrafında bir mali politika sürdürdü. Bu durum kamu harcamasının hem düzeyini hem de içeriğini belirledi. Yani son dönemde seçim ekonomisinden dolayı bir açılma olsa da kamu harcamalarını temel hizmetler ekseninde tutan bir yaklaşım gösterildi ve bütçe dengesi genelde korundu. Fakat bunun Türkiye gibi kalkınma problemleri devam eden bir ülke için iyi bir strateji olmadığı açık. Bu yüzden de devlet özel sektörün girmediği veya başarısız olduğu alanlara (kamu malları ve teknoloji üreten alanlara) ve ülkenin farklı coğrafi bölgelerine etkin ve adil bir üretim planlaması ile girmeyi denemedi. Bunlara benzer daha yapısal alanlara yönelmek bir yana, çok daha somut ve acil sosyal harcamaların yapılması gerektiği alanlarda dahi benzer çekinceleri gördük. Örneğin pandemide diğer ülke örnekleri ile kıyaslandığında yapılan kamu yardımları oldukça düşük kaldı ve insanlar yine kredilere yönlendirildiler. Benzer şekilde, iktidar K. Maraş depremi sonrası yapılacak konutlar için de benzer eğilimi gösteriyor. Konutların muhtemelen düşük olmayan fiyatlardan ve borçlandırılarak halka satılması amaçlanıyor. Bunlara ilave olarak, iktidarın bütçe dengesine sadık kalma çabasının aynı zamanda vergi gelirlerini artırmak ve daha eşitlikçi bir şekilde yeniden tasarlanmasının da önüne geçtiğini ve buna dönük zihinsel bir kaygısının da oluşmasını engellediğini belirtmek isterim. Sonuçta tüm bunlar, gelir kaynakları açısından etkin ve adil bir bütçenin oluşmasını engellediği gibi, harcama düzeyi ve kompozisyonu açısından da strateji barındırmayan bir bütçe ortaya çıkardı. Sonuç olarak, ekonomi özellikle son dönemde otoriter bir devlet ve azgın bir piyasa altında bir patikaya oturdu. Sermaye birikim süreci de daha makro anlamda yaygın bir rant birikim sürecidir. Bunla da sınırlı ve nitelikli olmayan bir üretim arzının olduğu, politik olarak dağıtılan ve üretken sınırlılığı olan bir kaynak transferini kastediyorum. K. Marx, A. Smith’i geçmiş sermaye birikim sürecini tasarrufa bağlamasını eleştirmişti ve insanları fakirleştiren, gaddar ve köleleştiren bir üretim sürecini görmediğini belirtmişti. Türkiye bugünkü hâli bu düzeyde olmasa da emeğin varoluşsal bir alana itildiği ve tasarrufun da tüketimin de küçük bir azınlık tarafından yapıldığı gaddar bir iktisadi ve politik yapı içindedir. Bunun en kısa sürede sonlanması ve daha eşitlikçi ve verimli bir yapının kurulması için de çaba göstermemiz gerektiğini belirtmek isterim.