A.Laiklik ve Cumhuriyet Elbette bütün özgürlükçü rejimler gibi “Demokratik Cumhuriyet”in de sınırları vardır. Birinci sınır, hiç kuşkusuz laikliktir. Sadece tek bir dine veya mezhebe, tek bir ırka veya millete özgü “Demokratik Cumhuriyet” olamaz. Irk ve milliyet kavramlarını da laiklik ilkesi içine katmak zorundayız, çünkü ırk ve milliyete ilişkin kimlikler, genellikle inançları da birlikte getirirler; Yahudi/İsraillinin Museviliği, Yunanın Ortodoksluğu, Arabın Müslümanlığı gibi. Elbette ırk ve milliyet ile din ve mezhep arasındaki bağlantı zorunlu bir ilişki olmaktan çok, çoğunluk üzerinden yaratılmış bir kimlik izlenimidir. Ama laiklik dendiğinde, bütün dinlere, mezheplere ve bu bağlamda, elbette her türlü inanca sahip olan çeşitli ırklara ve milliyetlere eşit davranan bir devlet yapısından söz etmekteyiz. İkinci sınır, Temel Hak ve Özgürlüklerdir. İnanç, vicdan ve kimlik özgürlüklerinin laiklik ilkesi ile sağlandığı varsayılarak, Temel Hak ve Özgürlüklerin kapsadığı alan, başta muhalif olma ve her türlü fikri her yerde her zaman ifade etme özgürlüğü olmak üzere, tüm siyaset, medya ve dışavurum biçimlerinin özgürlüklerini bütün kimlikler için kapsar. Demokratik Cumhuriyet’de bu manada yapılmaması gerekenlerle ifade etmeye çalışırsak: Laiklik ilkesi, herhangi bir din/mezhep/ırk/milliyet adına zedelenemez, hiçbir kimliğin tekeline alınamaz, topluma hiçbir kimliğin inançları, değerleri, yaşam biçimi dayatılamaz. Anayasa’nın 2. maddesi Cumhuriyet’i, devletin nitelikleri üzerinden tanımlarken devletin dört niteliğini belirtmekte, “Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” diyerek. Devlet bu niteliklere sahip mi? Kuşkusuz hayır. Ama mış gibi yapmaya devam ediliyor. İkinci önemli husus şudur: Laikliğin din özgürlüğü ve din ve devlet işlerinin ayrılığı olmak üzere iki boyutu var. Anayasa’nın 24. maddesi laiklik ilkesini düzenliyor. Maddenin 1. fıkrası laikliğin birinci boyutuyla ilgili. Bu boyutta din ve ibadet özgürlüğü sözkonusu. Din özgürlüğü herkesin, vicdan, dinî inanç ve kanaat özgürlüğüne sahip olmasıyla ilgili. Bunun uzantısı olarak 3. Fıkra’da da kimsenin ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı, dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağı ve suçlanamayacağı belirtilmiştir. Kuşkusuz bu özgürlük hiçbir dinî inanca sahip olmama özgürlüğünü de içerir. Ancak hiçbir dinî inanca veya tanrı inancına sahip olmamanın uygulamada nasıl karşılandığını izliyoruz. Yani laikliğin bu boyutu ötekileştirme nedeniyle iktidardaki zihniyet açısından geçerli değil. İbadet özgürlüğü ise maddenin 2. fıkrasında ibadet, dinî ayin ve törenlerin serbest olduğu şeklinde belirtilmiştir. Ancak bu özgürlüğün kullanımı 14. Madde hükümleriyle sınırlanmış. Bu sınırlamalar içinde devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma gibi muğlâk bir ölçü var. Peki, Aleviler laikliğin en önemli boyutlarından olan ibadet özgürlüğüne sahip mi? Tekke ve zaviyelerin kapatılması, dinsel unvanların yasaklanması Alevileri doğrudan etkiledi. Sünni Müslümanlar camilerde ibadetlerini yapabileceklerdi. Lozan Antlaşması gereğince azınlık statüsünde kabul edildikleri için gayrimüslim yurttaşların da ibadet mekânlarına dokunulmamıştı. Ancak bu kanunla Alevilerin pirleri, dedeleri yasaklanmış, tekkeleri ve Alevi dergâhları kapatılmıştı. Bu durumda Alevilere tek yol kalıyordu, inançlarından vazgeçerek camilere gitmek. Bu açıkça Sünnileştirmeye yönelik, manevi şiddet ve cebire dayalı asimilasyon politikasıydı. Bu kanun 1982 Anayasa’sının 174. maddesinde anayasal teminat altında varlığını sürdürdü. Örneğin, Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı Alevilerin tüm taleplerine rağmen geri verilmedi; bu dergâh, Vakıflar Müdürlüğü’ne bağlı bir müze statüsünde açıldı. Laikliğin ikinci boyutu din-devlet işlerinin ayrılmış olması. Bunun da çeşitli yönleri bulunuyor. Bu yönlerden biri devletin resmî bir dininin olmamasıdır. Yani devletin belli bir dine ya da mezhebe üstünlük tanıması söz konusu olamaz. Hatta, o dinin veya mezhebin kurallarını kanunlar, işlemler ve uygulamalar yoluyla dayatmamasıdır. Diğer bir deyişle devletin bütün dinler, mezhepler, inançlar karşısında eşit mesafede durması ve nötr kalmasıdır. Bu anlamda laik bir devletin dini olamaz. 1876 Osmanlı Kanun-u Esasi’si ve 1924 Anayasa’sı “Devletin dini, din-i İslam’dır” şeklinde bir hüküm içeriyordu. Bu hüküm 1928’de yapılan bir değişiklikle Anayasa’dan çıkarıldı.Devletin resmî bir dininin olmamasının sonucu olarak, devlet belli bir dinin veya mezhebin eğitim ve öğrenimini zorunlu kılamaz. (Ümit Kardaş, Radikal, 7 Ekim 2014)
  1. Laiklik ve Devlet
“İnançta adaletin yolu ancak laiklikten, daha doğrusu “çoğul toplum laikliği”nden geçer. Çünkü laiklik, kökene gidildiğinde siyasete sirayet etmiş din ve mezhep temelli adaletsizliklerin üstesinden gelme, inanç çeşitliliği karşısında tarafsızlığı koruma, böylece sosyal barışı mümkün kılma yolunda bir çözüm olarak önerilmiştir. Bir din ya da inanç, kendi içinde de çeşitlenebilir; mezhepler, cemaatler, tarikatler vs. olarak... Bir ulus-devlet coğrafyasında kendisini gösteren din ve inanç temelli bu çeşitlilikler, eğer devletin bir inanç önceliği varsa, bu doğrultuda bir resmi kurumsallaşma da olmuşsa inançta adalet imkânsızlaşacaktır. Dahası kendisini devletle aynı dini “meşrep”ten sayan bir dolu oluşum, tarikat, cemaat, çevre arasında, aynen bugün bu memlekette hepimizin gözü önünde olduğu gibi rekabet ve çatışmalar da yoğunlaşıp derinleşecektir. Bundan tek çıkış yolu laikliktir. Bir devletin inançlar karşısında eşit ve tarafsız davranma hususunda zafiyetini giderebilecek tek ilaç laikliktir.” Diyor bir yazısında sosyolog Tayfun Atay.. Sonuç olarak, diyebilirz ki; laiklik, inanaçta adalet demektir. Laiklik, özgürlük, eşitlik, tarafsızlık demektir. Yaygın söylemlerinin aksine dünyanın birçok yerinde iktidarlar toplumsal farklılıkları bir zenginlik veya bilgelik kaynağı olarak değil, kendileri açısından bir zaaf kaynağı olarak görürler. Çeşitlilik içinde birlikte yaşamın teminati laiklık ilkesidir. Ben bunu son yıllarda Arap ülkelerine yaptığım seyhatlerde yakından görme fırsatı buldum. Laiklik üç temel ilkeyi barındırır: Özgürlük, eşitlik ve tarafsızlık. Laik bir devlette devlette vatandaşlar, istediğine inanma/inanmama özgürlüğüne sahip olmalı, tüm özgürlüklerden eşit bir biçimde yararlanmalı ve devlet herhangi bir (dini) doktrinin tahakkümü altında olmaksızın bir arada yaşam karşıtı olmayan tüm doktrinlere eşit uzaklıkta olmalıdır. Aslında bu durum sadece inanaçlar için değil etnik ve kültürel kimlikler için de geçerlidir. Çünkü herhangi bir inanç ya kimlik adına taraf tutan bir devlet kendi elleriyle halkın arasına nifak sokmuş olur. Bu nedenle yukarıda belirtildiği gibi, “Devletler resmi kurumlardır, dinleri ve ırkları yoktur.” Toplumsal farklılıklar ve laiklik Laiklik toplumsal çeşitliliğin bir "gerçek" olarak kabul edilmesi sonucunda saiyasal ihtiyaca cevap olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzden, herhangi bir ideolojik, etik veya doktrinel anlayışı öncelememeli ve bellli bir hayat tarzı veya dünya görüşüne dayanmamalıdır. Laiklik, Türkiye siyasal hayatında tutarlı olarak tanımlanan ve geliştirilen bir ilke olmamıştır. Aksine siyasal iktidarlar tarafından konjonktürel çıkarlar uğruna kullanılmış ve esasen dinin araçsallaştırılması ve/veya kontrol altına alınmasını amaçlayan birtakım uygulamaların kalkanı görevi görmüştür. Bu noktada iki kritik dönemeç var: Birincisi 1946-1950 Türkiye'nin laik anlayışını farklı toplumsal kesimleri özgürlük, eşitlik ve barış temelinde kucaklayacak şekilde dönüştürebileceği bir dönemin başlangıcı olabilecekken, dinin partiler tarafından seçmene hoş görünmek için kullanılşmaya başladığı bir dönem olarak tarihe geçtiği dönemdir. İkinci kritik dönemeç, 1980 darbesine rastlamaktadır. Bu dönemde askeri cunta, dini tümüyle araçsallaştırmış, sol ideolojilere karşı kullanmış ve sosyal politikanın her alanını "Türk-İslam Sentezi"ne göre dönüştürerek cumhuriyet tarihinde emsali görülmemiş bir toplumsal mühendislik sürecini başlatmıştır. Laikliğin bahsedilmesi gereken ikinci önemli özelliği belli tarihsel koşullar sonucunda oluşmuş ve o haliyle donmuş bir kavram olarak yorumlanmaması gerektiğidir. Nasıl ki toplumsal çeşitlik zaman ve mekana göre dönüşüm ve gelişim gösteriyorsa, laiklik de tıpkı demokrasi gibi, özgürlükçü ve eşitlikçi kapasitesini koruyabilmek adına sürekli gelişen bir ilke olmalıdır.
  1. Türk - İslam Sentezi ve Devletin Laikliği
Türkiye'deyse "Türk-İslam sentezi'nin resmi ideoloji haline geldiği 1980'li yıllardadan itibaren, laikliğin bizzat onun koryuculuğunu savununan askeri cunta tarafından tahribata uğratıldığını görüyoruz. Bu yıllarda bir anti-komünist toplum mühendisliği olarak kullanılan din, 1990'lı yıllarda kitlelere yayılarak askeriyenin kontrolünden çıkmış ve askeriye 28 Şubat sürecinde "katı laik" olduğu söylenen bir karşıtlık vermiştir. Esasen 12 Eylül ve 28 Şubat süreçlerinde askeriye taban tabana zıt politikalar izlemiş gibi görünse de, bu iki dönemde de değişmeyen tek şey dinin siyasi amaçlarla kontrol altında tutulması ve laikliğin toplumun belli kesimleri mağduriyet yaratan ve dışlayıcı etkisidir. AKP iktidarı dönemine gelindiğinde, laikliğin adeta çökmüşlüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Öyle ki ideal anlamda toplumsal olarak paydaya temel olması beklenen bir siyasal ilke, derin bir toplumsal kutuplaşmanın kaynağı haline gelmiş ve laikliğin özünde kapsayıcı ve demokrasi için vazgeçilmez bir ilke olduğu kamusal alanda seslendirilememiştir. Böylelikle cumhuriyet tarihi boyunca esasen hiçbir zaman doğru uygulanmayan laikliğin bu dönemde söylem düzeyinde dahi çökmesiyle, AKP hükümetleri 2011 yılından itibaren büyük bir manevra alanı elde etmiş ve "devletin laikliği terk etmesi" (desekülerizasyon) süreci başlamıştır. AKP ve Laiklik Günümüzde de devam eden bu süreçte devlet amaçları, kurumları ve politikaları seviyesinde laiklikten uzaklaşmış ve laikliğin asli amacı olan özgürlük, eşitlik ve barış içinde birlikte yaşam iyice zora sokulmuştur. Özgür ve eşit bireyler yetiştirilmesi beklenen laik devletin, "belli bir hayat tarzı"na sahip "dindar bir gençlik" yetiştirmeyi hedeflemesi, izlenen eğitim politikalarında evrensel eğitim standartlarının tamamen bir kenara bırakılması bu sürecin en dikkat çekici uygulamaları arasındadır. Zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin yanına birçok örnekte "zorunlu seçmeli" hale gelen din derslerinin eklenmesi, birçok okulun dönüştürülmesiyle sayıları kontrolsüz ve plansız bir biçimde artan imam hatip okulları ve milli eğitimde, hükümete yakınlığıyla bilinen birtakım vakıfların büyük roller oynamaya başlaması bu dönemin politikalarındandır. Öte yandan özerkliği, finansmanı ve kapsayıcılığı konusunda her zaman tartışma konu olmuş Diyanet İşeri Başkanlığı'nın bütçesinin yanısıra, eğitim, aile, gençlik ve sağlık gibi sosyal politika alanlarındaki rolünün de emsali görülmemiş bir oranda arttığı görülmektedir. Türkiye'de laiklik hiçbir zaman demokrasiyle el ele gelişememiş olsa da 2011 yılından itibaren hızlanan laiklikten uzaklaşma sürecinin demokrasiden uzaklaşma süreciyle bir arada ilerlemesi bir tesadüf değildir. Laikliğin toplumsal uzlaşının değil kutuplaşmanın kaynağı haline getirilerek çökertilmesi, bizleri toplumsa uzlaşının giderek bir ütopya olarak görüldüğü, en temel insani hak ve özgürlüklerde dahi ortaklaşmanın zorlaştığı ve farklı olanın sadece "öteki"olarak değil, potansiyel bir düşman olarak görüldüğü bugünlere getirdi. Desekülerizasyon süreciyle iyice dışlayıcı hale gelen devlet kurumlarının kapsayıcı hale dönmesi nasıl ve ne zaman gerçekleşecek bilinmez. Topluma düşen, kutuplaşma tuzağına yakalanmadan farklılıkları özgürlük, eşitlik ve barış içinde birlikte yaşamaktır.