Dizinin dikkat çektiği konulardan biri de SMK (Salgınla Mücadele Kurumu) eliyle devletin otoriterleşmesine yapılan gönderme idi. Pandemi öncesinde yazılmasına rağmen biz bu hâli yaşadık. ‘Pandemi bitti artık’ rehavetiyle ruhlarımızdan önce bedenlerimizi serbest bıraktığımız ve 2 yıl süren kapatma, tecrit, ölüm korkusu girdabından tüm dünya olarak bir cacık öğrenemeden çıktığımız bir süreçte Netflix’te distopik bir ‘salgın’ dizisi yayınlandı; Sıcak Kafa… Diziyi Wernicke Afazisi, toplumsal abuklama ve otoriteryenizm alt başlıkları altında incelemeden önce teknik birkaç cümle yazayım (haddime dikkat ederek). Diziyi izleyenler Mert Baykal adını unutmayacaklardır galiba. Her bölümün başında kocaman harflerle okuduk. Mert Bey Derya Baykal’ın oğluymuş. Tanınırlığını Muhteşem Yüzyıl dizisindeki yönetmenliğine borçlu sanırım ki oldukça başarılı bir sezon yönetmişti. Ancak Nuri Bilge, Agnes Varda, Almodovar, Nolan, Lars gibi yönetmenlerin bile ismini kendi filmlerinde bu kadar görmeyiz. Her bölümden önce ismini görmek benim açımdan bir miktar ‘itici’ olarak algılandı. Ancak diziyi enfes biçimde yönettiğini söylemeliyim. Oyunculuklar dandik yerli yapım Netflix dizilerinden çok daha iyiydi. Haluk Bilginer hemen hemen hiç konuşmadan dizinin temasını yansıtmayı başarmıştı. Konuşmadan dizide ‘abuklama’ denilen hastalığın dehşetini yaşattı biz izleyenlere. Hele ağzına takılan ‘gem’ ile Hannibal’a durulan selam çok hoştu. Ayrıca uyarlandığı kitabın yazarı Afşin Kum’un da kalemine sağlık. Dünya her zaman belirsiz bir yer insanoğlu için. Başımıza nerede ne zaman bir şey geleceğini bilemeden yaşarız. Ne var ki korona günleri bu belirsizliği dikkat alanımıza çekti ve her gün “belirsiz bir sabaha” uyanıp kayıp haberleriyle akşamı eder olduk. Ölümlü oluşumuzun dayanılmaz ağırlığı yüklenip duruyor omzumuza. Korona günleri yalnızca bireysel değil toplumsal bir travma ve küresel boyutta bir tehditti aslında. Ama acıyı da kaygıyı da yası da korkuyu da umudu da tek başımıza deneyimledik günün sonunda. Dizi’de abuklamış insanların konuştuklarını duyanlar da abuklamaya başlıyordu. Anlamlı kelimelerle anlamsız cümleler kurmanın tıpta bir adı var aslında; Wernicke Afazisi. Beyinde lisanla alakalı bölümlerde meydana gelen bozulmayla ortaya çıkan hastalık bulaşıcı değil. Dizi aslında anlamlı konuşuyor gibi görünüp abuklayan toplumsal tiplere bir eleştiri getiriyor. Zira sosyal medya çağında herkesin bir miktar ‘abukladığını’ söylersem abartmış olmam. Çeşitli nedenlerle insanların birbirleriyle iletişimde kullandıkları en önemli araç olan lisanın temel elementleri olan kelimeler, anlamlarını yitirmeye başladılar. Anlamlarını bilmediğimiz kelimelerle konuşuyor, karşımızdakinin söylediğini ancak kendi tanımlarımızla anlayabiliyoruz. Toplam 50-60 kelimeyle konuşan üniversite mezunları tanıyorum. Kullandıkları kelimelerin ne manaya geldiğini bilmediklerine de eminim. Mesela bir ‘plaza dili’ var. İngilizce kelimelerin arasına serpiştirilmiş Türkçe kelimelerle konuşanların havasına da şahit olmuşsunuzdur. Bu bir ‘abuklama’ değilse nedir? Alev Alatlı Hoca bu duruma enfes bir tanım bulmuş, ben de kullanayım; celbedilmiş toplumsal afazi. ‘Abuklama’ hastalığına yakalanan bir toplum, düşünce üretemediği için kültürünü, kavramlarını ve ortak değerlerini koruyamamış, kendine özgü hayat görüşünden yoksun kalmıştır. Bunun farkında olup tepkisini gösterenler de aşırı uç ve fanatizmle suçlanmış, ılımlılık ve hoşgörüyü erdem olarak benimsemişlerdir. Böylesi ideoloji yoksunu olan toplumda uzlaşma yönetimine mahkûm edilir ki 6’lı masayı ben bir de bu açıdan okuyalım derim. Siyasal ve ideolojik görüşler, uzlaşma adı altında inançlardan taviz vererek kendi özlerini yitirirler. İlk etapta kulağa hoş gibi gelen uzlaşma kelimesi, aslında topluma karaktersizliği ve omurgasızlığı getirir. İnsanlar farklı düşüncelere tahammül edemediğinden ancak kendi gibi düşünenlerle bir araya gelebiliyordur. Cemaat, sivil toplum örgütleri, tarikatlar gibi oluşumlar bunun sonucudur. Masum bir çözüm gibi görünen bu tablonun sonucu da 6 yaşında bebeklere gelinlik giydirildiği, at izinin it izine karıştığı bir toplumda yaşamaktır ki yaşıyoruz. Dizinin dikkat çektiği konulardan biri de SMK eliyle devletin otoriterleşmesine yapılan gönderme idi. Pandemi öncesinde yazılmasına rağmen biz bu hâli yaşadık. COVID-19 pandemisi döneminde yüzü aşkın ülkede yapılan bir araştırmaya göre, hak kısıtlamaları istinasız her ülkede uygulandı. Halk sağlığı öne sürülerek çıkartılan olağanüstü hâl kanunları, seyahat kısıtlamaları, toplantı ve yürüyüş yasakları, yürütme erkinin demokratik hak ve özgürlükleri ihlal etmesi için kapı açtı. Yeni teknolojiler kullanılarak gerçekleştirilen gözetleme, denetleme ve kayda alma pratikleri yaygınlaştı, meclis denetimine tabi olmayan kanun hükmünde kararname kullanma oranı arttı. Kazanılmış haklar geriletildi. Biz bunları yaşadık ve yaşıyoruz. Düşünce üretemeyen insan konuşamadığından asabileşir ve eylemlere başvurur. Konuştuğunda da eylem ve olayları aktarmaktan başka söyleyecek sözü yoktur. Türkiye toplumunun içinde bulunduğu şiddet sarmalını herkes ‘iletişim problemi’ olarak açıklar. Ben de soruyorum; Kuzum siz neyle iletişirsiniz?