Evde, sokakta, iş yerinde, okulda, kışlada, ibadethanede her yerde demokrasi istiyoruz. Kapılarına zincir vuran TÜİK dahil bütün kamu yönetiminde… TÜİK, biliyorsunuz; tarihi bir geçmişe ve esasında yıllara dayalı saygınlığı olan bir kurum konumunda. Enflasyonu orası ölçüyor. Bu nedenle sık sık fiyat yükselişlerini düşük göstermesi için iktidar baskısına da uğradığı da olmuştur; hele bu dönemde… CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “halktan bilgi gizlememesi” konusunda uyarıda bulunmak için TÜİK yönetiminden randevu istemesi; verilmeyince TÜİK’e gitmesi, aklıma Hacı Bayram Veli’yi getirdi. Asıl adı Numan Bin Ahmet’miş; Bayram adını Somuncu Baba’nın verdiği rivayet edilir. Nihayetinde de Hacı Bayram Veli olmuş. Öyle kolay değil, bu “oluş”! Günlerden bir gün zorunlu bir davet almış Edirne’deki padişah II. Murad’dan; gitmemek olmaz. BİNLERCE MÜRİTTEN İKİSİ…Neye niyet, neye kısmet” diyelim. Gergin gitmiş, şen dönmüş O görüşmeden sonra müritleri vergiden muaf tutulmuş. Haber duyulur duyulmaz, dergahı dolup taşmış. O kadar ki Osmanlı Devleti, Ankara’dan vergi alamaz hale gelmiş. Padişah da, Hacı Bayram Veli’den kaç müridi olduğunu bildirmesini istemiş. Hacı Bayram Veli, bakmış olacak gibi değil; kimin sahici, kimin samimi, kimin de “dostlar alış verişte görsün” babından gelip gittiğini ölçmek istemiş. Eline aldığı bir bıçakla müridlerine seslenmiş: “Ey erenler” demiş; “Hakk Teala’dan bir işaret aldım. Bugün, müridlerimin hepsini Allah yolunda kurban edeceğim. İçinizde benimle olanlar çadıra girsinler.” Rivayet edilir ki biri kadın, diğeri erkek iki kişi içeri girmiş. Hacı Bayram Veli de, önceden çadıra gizlediği koçu kesip, kanını, çadırın dışına akıtmış. Kanı gören herkes kaçışmış. Hacı Bayram Veli, anlamış ki iki samimi müridi var; o da, padişaha, “benim iki müridim var, geri kalan herkesten vergi alabilirsiniz” diye yazmış. AĞU YUTMAYI GÖZE ALMAK… Veli olmak, öyle kolay değil yani; şimdikiler gibi hiç değil. Akıntıya karşı durmaktır; fırtınaya göğüs germektir, Hakk bilinen yoldan ayrılmamaktır. Kısacası veli olmak, Hacı Bayram Veli’nin damadı Eşrefoğlu’nun dizeleştirdiği gibi “Elinde sükkeri ayruğa sunup/ Ağuyu kendi yutmaktır”. “Ağuyu kendi yutmak”, samimiyet göstergesidir. Onun dergahı, kendisi için bir “ticarethane” değil; “kimsesizin kileri” gibidir. Kimsenin ibadetine karışmadığı gibi, inançlı-inançsız ayrımı yapmadan herkese de açıktır. Timur ile yapılan Ankara Savaşı’ndan Osmanlı’nın otoritesi darmadağın olmuş; bu dağınıklık, gündelik hayatı da fazlasıyla etkilemişti. Rivayet edilir ki Hacı Bayram Veli, o zorlukları aşmak için müridleriyle birlikte burçak ekmiş; biçtiği burçağı dergahtaki kazanda kaynatarak, herkesin karnını doyurmuştu. Çorba yapıp, yoksulların karnını doyurmak da önemli ama daha da önemlisi burçağı bütün müridleriyle el birliği yaparak ekmiş; aynı yöntemle biçip, çorbasını kaynatmış. Tıpkı Hacı Bektaş Veli, Karacaahmed, Sultan Hıdır dergahlarında olduğu gibi Hacı Bayram dergahını ve ismini yaşatan biraz da bu duruştur. Niye mi anlatıyorum? Nerede bir ibadethane görsem, altında dükkanlar var; neredeyse hepsi marketlere kiralanmış. Hiç birinin altında aşevi olmaması ama kapitalizmin kurallarını işleten marketlere kiralanması manidar değil mi? İbadethanelerden çıkıp, Ankara’nın ufkunu seyre daldığımızda iki şey görüyoruz; birincisi birbiriyle yarışan beton yığınları; ötekisi bir nebze de olsa hala yeşiliyle içimizi rahatlatan Atatürk Orman Çiftliği. Beton yığınları, son çeyrek asrımıza hakim olan zihniyetin dışa vurumudur; elbette o zihniyetten etkilenen “bu taraf”tan küçük “iktidar sahipleri” de yok değil… KİM YAPABİLİR BOZKIRA YEŞİL VAHA? Kim Ankara bozkırının orta yerinde yeşil bir vaha oluşturabilir? “İdare-i maslahatçı” olunmamasını dile getiren bir devrimci… O kahramanın öyküsünü hepimiz biliyoruz. Osmanlı yönetiminin teslimiyetine kafa tutup, kendisini Anadolu’nun kalbine bırakan ve o halkla birlikte, yokluklar içinde kurtuluşa ve kuruluşa önderlik eden Mustafa Kemal, kendi emeği ve çabasıyla elde ettiği tartışılmaz otoritesine güvenerek gününü gün etmemiş; kurtuluş ve kuruluş mücadelesinin kendisine kazandırdığı itibarı, kendi emelleri için kullanmayı bir an dahi aklından geçirmemişti. Boş zamanlarını, ülkenin kalkınması için neler yapabileceği üzerine kafa yorarak geçirmiş; bu ‘beyin fırtınası’nın sonucunda, kıraç, çorak bir alanda çiftlik kurulmasına karar vermişti. Demişlerdi ki “yazık değil mi paranıza bu çorak alanda çiftlik mi olur”? Demişti ki “asıl bu alanda yapmaktır marifet”. Yapmıştı! Hacı Bayram Veli’nin, “kurban anekdotu”ndan da biliriz ki bu ülkenin bir damarı da,“bal tutanın parmağını yalamasını” marifet sayıyor. Hal böyleyken, O, hiç ihtiyacı olmadığı “samimiyet testi”nden geçmiş; bin bir emekle kurduğu çiftliğini devletin hazinesine bağışlamıştı. Biliyorum; Atatürk Orman Çiftliği bahsi açılınca herkesin göğsünün ortasına tonlarca ağırlık çöküyor; kamu kurumlarının, “ayrıcalıklı şahıslar”ın sağından solundan kendilerine “yer açması”nın görmezden gelinmesi bir yana kimimizin aklına Saray, kimimizinkine de ABD büyükelçiliğine verilen alan geliyor. O GELENEĞİ SAHİPLENMEK… Bozkırın orta yerine Atatürk Orman Çiftliği kurulurken, Türkiye yoksuldu; “on yılda 15 milyon genç yaratan” Türkiye’yi zengin, müreffeh ve “çağdaş uygarlık düzeyi”ne çıkarmak için örnek çalışmalar yapan Atatürk, bu dünyadan göçmeden önce her şeyini hazineye devrederek bir gelenek yaratmak istemişti. Bırakın öyle bir geleneğin oluşmasını; Türkiye, “bal tutanın parmağını yaladığı idare-i maslahatçılar” tarafından “70 cente muhtaç” hale getirildi. Bir başka ifadeyle “az gittik, uz gittik”, bir alyansın çok şeye kadir olduğu bir çağa geldik. Meğerse bir arpa boyu bile yol gitmemişiz. “Tam takır, kuru bakır” bir hazine ve evine ekmek götüremeyen milyonlarca kimsesizler ülkesine döndük. İhtiyacımız; “elindeki sükkeri ayruğa verip, ağuyu kendi içecek” bir dayanışma kültürü, politik bir açılım ve yurttaşından bilgi saklamanın suç olduğunu bilecek bir iktidardır. TÜİK’in yaptığını yapmamaktır yani! Mümkün mü? Elbette! Hacı Bayram’dan Mustafa Kemal’e uzanan çizgi, rüşeym halinde de olsa birlikte üretip, birlikte yönetmenin mümkün olduğuna kanıttır. Bizim “kurtarıcılar”a değil; “kurtarıcı” rolündekilerden kurtulmamızı sağlayacak bir modele ihtiyacımız vardır ve bu ihtiyacı giderecek olan şey, katılımcı demokrasidir. Evde, sokakta, işyerinde, yolda, belde, okulda, kışlada, ibadethanede her yerde demokrasi istiyoruz. Kapılarına zincir vuran TÜİK dahil bütün kamu yönetiminde de…