Partilerin görevi haksızlıkları seslendirmekten öte, haksızlıkları nasıl gidereceğini anlatmak, bunu yapacak kadro ve kararlılığa sahip olduğunu göstermektir.
Bu hafta kritik bir hafta. Çünkü yakında altı muhalefet partisi liderinin ortak bir açıklamayla gelecek vizyonlarını ortaya koymaları ya da bunu ne zaman yapacaklarının açıklanması bekleniyor. Bakalım dağ fare mi doğuracak, yoksa liderler duruşları ve çıkışlarıyla Türkiye siyasetinde yeni bir yol, yeni bir eksen açabilecekler mi?
Bundan sonra toplumun büyük çoğunluğu
otoriterlik ve (çoğunluk için) yoksulluk deyince bilindik bir yere doğru,
demokrasi ve refah umudu deyince muhafazakâr-laik, Türk-Kürt, genç-yaşlı vs. ayrımlarını bir kenara koyup onlardan tarafa bakmaya başlayacak mı? Yani seçmen beklentilerinde köklü bir değişime ve seçmen tercihlerinin yeniden sıralanmasına yol açabilecek bir dönüm noktası olacak mı?
Güçlendirilmiş-demokratik parlamenter sistemin içi ne kadar dolu olacak? Katılımcı ve daha temiz bir siyasal sistem umudu verecek mi?
Etkin bir ortaklık mı sergileyecekler esnek bir ortaklık mı? Başta Kürt Sorunu gibi ülkenin temel ve tarihsel meseleleriyle ilgili somut bir şey söylemeleri birçok nedenle mümkün değil. Ama bu gibi konulara yönelik demokratik, kapsayıcı, yapıcı ve uyumlu bir tutum sergileyecekleri umudunu; Meclis’in en kutuplaştırıcı konuların bile husumetten uzak ve medeni bir şekilde konuşulduğu bir sorun çözme alanı olabileceği güvenini yaratabilecekler mi?
Soluğumuzu tutmuş bekliyoruz. Ama bugün geçen yazımdan devam ediyorum.
Geçen
yazımda muhalefetin önümüzdeki seçimlerde başarılı olabilmesinin ve demokrasiye geçebilmenin en önemli koşullarından birinin bürokrasiyle ilgili olduğunu tartışmıştım. Bürokrasinin “güce ve otoriter iktidara değil hukuka, anayasaya ve yasalara sadık davranmasının” önemini vurgulamış ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun buna yönelik siyasetinin doğru olduğunu yazmıştım. Konunun güvenlik bürokrasisiyle ilgili boyutuna yönelik çok önemli sorular soran bir
yazıyı da Hakan Şahin kaleme almış.
Peki Kılıçdaroğlu’nun yolsuzluklarla ilgili çıkışları ve ifşaları ne oranda başarılı olabilir? Daha doğrusu seçmen tercihlerini ne kadar etkileyebilir? Bu soru önemli çünkü bu Kılıçdaroğu’nun yolsuzluklarla ilgili ilk çıkışı değil. En az on yıldır yapıyor.
Bu soruyu yanıtlamak şunun için de önemli. Yolsuzluk çıkışlarının toplumda yeterince tepki yaratmadığı algısı, aslında “
Türkiye’de! Olmaz Sendromu”nun bir ürünü olan, “
Türkiye’de halk yolsuzluklara alışıktır, adalete değil cebine bakar” yanlış kanaatini besliyor. Toplumu içten içe çürütüyor.
TÜRKİYE DUYARSIZ BİR TOPLUM MU?
Oysa bu durumun dünyada çok daha bilinen bir açıklaması var. İktidarın kademeli otoriterleşme politikalarıyla Türkiye’de toplum uzun zamandır siyaset bilimcilerin “istisnai/ olağanüstü hâl” dediği bir duruma sokuldu. Bunu uzun zamandır kamusal paylaşımlarımda vurguluyorum. Sadece devletin denge ve denetleme mekanizmaları değil, toplumun vicdanı, bilimsel doğru ve aklın temsilcisi olarak işlemesi gereken bağımsız medya, akademi-üniversiteler ve meslek örgütlenmeleri de devreden çıkarıldı. Doğruyu söyleyenler havlu atmadı ama sürekli yeniliyor gözüktü. Sesleri ve yüzleri yaratılan sahte anaakım kamusal alanlarda buzlandı.
Bu gibi istisnai/olağanüstü durumlarda dünyanın her yerinde haklılık değil çıkar ve güç ön plana çıkar.
Teşbihte hata olmaz, bir savaşın ortasında kaldığınızı düşünün.
Çoğunluk için kim haklı deme lüksü kalmaz. Kim güçlü ve kazanacak sorusu daha ön plana çıkar. Haklı ama zayıf olanın yanında olmak haksız ama güçlü olanın yanında olmaktan çok daha tehlikeli hâle gelir.
Kutuplaşma ve otoriterleşme dönemleri de tam bu nedenle çok tehlikeli ve yıkıcı dönemler. Çünkü toplumu bir arada tutan haklılık, adalet, hakkaniyet duygularını ve normalarını geri plana itip güç ve çıkarı ön plana çıkarıyorlar. Sadece zaten bu zihniyette olan ilkesiz ve omurgasız insanlar değil, normal koşullarda ahlâk ve adalet hassasiyetine sahip insanlar da bu durumdan etkileniyor. Çünkü ayakta kalma güdüsü en temel güdülerden biri. (Tüm kurumu kendisine sırtını dönmüşken zorla atandığı makamlarda kalabilen hatta tüm yönetime kendisini atayan şahsiyetlere layık sıfat bulamadığım için bu analizin dışında tutuyorum).
Dolayısıyla partilerin temel görevi ise haksızlıkları seslendirmekten öte: haksızlıkları nasıl gidereceğini anlatmak, bunu yapacak kadro ve kararlılığa sahip olduğunu göstermek ve bu politikaları hayata geçirmenin ön şartı olan gerekli gücü ve desteği toplayabileceğini ispatlamak.
Yani yaşadığımız durum Türkiye’ye özgü değil. İsterseniz
Soğuk Savaş filmini izleyin. Ve elbette her toplumda herkes bu durumdan aynı derecede etkilenmiyor. İdealist, aktivist veya imkânı olan insanlar demokrasi ve adalet mücadelesini sürdürüyor, diğerleri de kapalı veya açık destek veriyor. İşte bu açıdan Türkiye hiç de fakir bir toplum değil. Aksine çok inatçı. Adalet temalı partiler üstü hareketlere kitlesel destek hep oldukça güçlü. “
Sürekli Aydınlık için Bir Dakika Karanlık” eylemlerinden (bugün yapılsa özel elektrik dağıtım şirketleri kârımızı düşürüyorlar diye dava mı açar ne dersiniz?!) başörtüsü eylemleri, Gezi protestoları,
Adalet Yürüyüşü, çevreci eylemler, “Diyarbakır ve Cumartesi annelerine” kadar nice çığlık, ve en son Atatürk heykellerine saldırılara karşıkitlesel protestolar.
Yani ilk bakışta birbiriyle çelişkili gibi gözüken iki olgu var. Bir yandan yolsuzluk ifşalarına kayıtsız gözüken seçmen tercihleri.. Diğer yanda adaletsizliklere karşı oldukça sesli ve tepkili toplum. Bu iki olguyu bağdaştıran şey şu. Sivil toplum eylemleri partiler için değil, haklılık adına yapılıyor. Seçmen tercihleri ise tabii (kim yönetecek, yönetme ehliyetine sahip ve iktidara gelmeye kadirsorularının yanıtı) partilere yönelik.
Dolayısıyla partilerin temel görevi ise haksızlıkları seslendirmekten öte:
haksızlıkları nasıl gidereceğini anlatmak, bunu yapacak kadro ve kararlılığa sahip olduğunu göstermek ve bu politikaları hayata geçirmenin ön şartı olan gerekli gücü ve desteği toplayabileceğini ispatlamak.
Seçmen tercihlerinde büyük kayma: haksızlığı ifşa eden ve doğruları söyleyen muhalefet partileri mevcut güç dengelerini değiştirebileceklerini ve farklı politikalar uygulayacaklarını gösterdiği zaman değişir.
İki koşul da önemli çünkü otoriter yönetimlerin çoğunluğu yeni bir otoriter yönetimle değişiyor.
Yukarıda bahsettiğim istisnai durum tüm bu gerekliliği daha da pekiştiriyor.
Buradan çıkan önemli sonuç şu. Yolsuzluk ifşaları etkisiz denemez. Ama seçmen tercihlerine yansıması bu ifşaları yapan partilerin dört koşulu sağlamasıyla olacaktır:
- Haksızlıkları hangi politikalarla ortadan kaldıracaklarını net ve somut biçimde ortaya koymaları
- Kaynakların haksızlıkların temel besleyicisi olan ranta değil siyasal iradeden bağımsız olarak otomatikman halka akmasını sağlayacak Aile Destek Sigortası ve eğitim ve istihdam odaklı bazı temel, sağ-sol ayrımını aşan politikalarda anlaşmak
- Bu politikaları uygulayacak kadrolara ve kararlılığa sahip olduklarını göstermek
- Bu politikaları hayata geçirmek için gerekli siyasal gücü toplayabileceklerini, mevcut güç dengelerini değiştirebileceklerini ispatlamak. Yani günümüz Türkiye koşullarında ifade edersek eğer,bunun için gerekli koalisyonu kurmak.
Kamuoyuna yansıyan güçlendirilmiş parlementer sistem tasarılarında çok olumlu bulduğum bir madde var:
yapıcı güvensizlik oyu. Yani mecliste partiler bir iktidarı güvensizlik oyu vererek düşürmeden önce alternatif iktidar koalisyonunu açıklamak zorunda olacak.
Bu öneriyi ne kadar benimsediklerini göstermek bugün muhalefet partilerinin elinde.Çünkü özünde bugün de muhalefet partileri halka bir nevi, iktidara “güvensizlik oyu ver” diyorlar.
O zaman alternatif iktidarın da bugünden netleşmesi hem açık ara ve yapıcı güvensizlik oyu olasılığını artıracak hem de iktidar boşluğu korkularını ortadan kaldıracaktır.