Yaklaşık iki yüz kişinin hayatını kaybettiği Beyrut Limanı patlaması, sonra pandemi, sonra ekonomik kriz. Ardarda yediği aparkatlara rağmen asla nakavt olmayan bir boksör gibiydi Beyrut. Ama nereye kadar? Şehrin durumunu anlayabilmek için sadece son dört yılda yaşananları hatırlamak yeterli. Beyrut’tayım. Bir aralar ya meslek icabı ya da gezme amaçlı gittiğim Beyrut’la pandemiden sonra ilk kez müşerref oldum. Bu güzel şehir bu kez o kadar kaprisli değildi, hemencecik kucağını açıverdi, sarıldık birbirimize. Her tarafından yorgunluk akıyordu. Maruz kalmadığı musibet kalmayan Beyrut, on yılların bitkinliğini ve tükenmişliğini üstünden atamamış gibiydi. Ancak bu kelimeler bile, bazen düşse de her zaman ayağa kalkmayı bilen Beyrut’un tükenmişliğini anlatmaya yetmez. Bu kez de muhtemelen ayağa kalkacak ama nasıl kalkacak, öngörmek zor. Peyami Safa’nın romanı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda hayatı hastalıklarla boğuşmakla geçmiş roman kahramanına söylettiği “sağlığına imrendiğim hastane duvarları” terkibinin bir benzerini bu kez başka kentler için Beyrut’a söyletmek gerekiyor galiba. Geçmişte iç savaş nedeniyle yaşadığı belaları bir kenara koyarsak Refik Hariri’nin öldürüldüğü ana kadar her şey yolunda gitti denebilir. O meşum suikasttan sonra Beyrut bir daha belini doğrultamadı. Ama kötünün de kötüsü olabileceğini Beyrut, 2019’da “Whatasapp vergileri” ekonomik krizden mustarip ülke için bardağı taşıran son damla görevi gördüğünde karşılaştı. Ardından ülkenin dört bir yanını saran protestolar başladı. Yaklaşık iki yüz kişinin hayatını kaybettiği Beyrut Limanı patlaması, sonra pandemi, sonra ekonomik kriz. Ardarda yediği aparkatlara rağmen asla nakavt olmayan bir boksör gibiydi Beyrut. Ama nereye kadar? Şehrin durumunu anlayabilmek için sadece son dört yılda yaşananları hatırlamak yeterli. Ancak Ortadoğu’da her kent bir Beyrut’tur. Diğer şehirlerin durumu farklı mı sanki? Beyrut’un yaşadığı, Sana, Hama, Humus, Musul’da yaşananların yavaşlatılmış ve zamana yayılmış bir versiyonuydu sadece. Ama ilginçtir, savaşların yıkamadığını ekonomik kriz yapmış. Lübnan İstatistik Kurumu’nun yayınladığı verilere göre 2022 yılı enflasyonu % 171, 21. Pandemiden önce yaklaşık 1500 lira civarında olan dolar ise 80 bin Lübnan Lirasına yükselmiş. BEYRUT’UN NABZINI TUTMAK Bir toplantı için geldiğim Beyrut’ta siyasi yorumcuların gündemini en çok meşgul eden konu Ankara-Şam yakınlaşmasıydı. Burada görüştüğüm Suriyelilerin Türkiye ile yakınlaşmayı büyük bir iştiyakla arzuladıklarını gözlemledim. Bunun Erdoğan’ın seçimlerde elini güçlendirmek için yapacağı bir siyasi manevra olma ihtimalini hiç düşünüp düşünmediklerini sorduğumda öyle olabileceğini ama bunun iki ülke arasında eninde sonunda gerçekleşecek bir barışın önünde engel oluşturamayacağını söylediler. Bahsettiğim kişilerin büyük bir bölümü akademisyen bir kısmı ise siyasi analist ya da gazeteciydi.  Bir başka ifadeyle Şam yönetiminin nabzını tutma noktasında kimseciklerin eline su dökemeyeceği insanlardan bahsediyoruz. Bir kısmının danışmanlık vs. gibi resmi görevlerinin bulunduğunu da tahmin ediyorum. Ayrıca geçmişte yaşananları bir çırpıda unutup unutmayacaklarını, yeryüzünün bir ucundan cihatçıları ülkeye getirerek ülkenin bu hale gelmesindeki payına dair ne düşündüklerini de sordum elbette. Söyledikleri “bu politikaların eziyetini çeken biziz, dolayısıyla adımlarımızın yeni aşamanın ne anlama geldiğini de elbette hesap edebiliriz” şeklindeydi.
Suriyeliler içerisinde silahlı muhalif grupların hezimete uğratılmasını bir zafer olarak görmediklerini söylediklerini işittiğimde epey şaşırdığımı ifade etmeliyim.
SURİYE’DE KARNE EKMEKLE SATILIYOR Şam yönetiminin üzerinde oldukça büyük baskılar var, ekonomik berbat vaziyette. Ekmek, şeker, temel tüketim maddelerinin tamamına yakını karneyle satılıyor. 1973’te İsrail’le savaşa girdiklerinde de benzer bir durum olmuş, ekmek ve temel yiyecekler karneye bağlanmıştı. Bir yandan tarafların uzlaşması için Rusya da bastırıyor elbette. İki arada bir derede kalma durumu söz konusu ve Ankara’nın birliklerini Suriye’nin kuzeyinden çekmesi halinde ekonominin de düzeleceğine inanıyorlar. Bilindiği gibi Suriye petrolünün önemli bir bölümü Kürt bölgelerinde bulunuyor. Akaryakıt krizi ülkede had safhaya ulaşmış durumda. Kürtlere kültürel haklarının verilmesi noktasında Suriyelileri ne kadar teşvik edici gördüysem siyasi hakların verilmesi konusunda da son derece ketum gördüm. Daha doğrusu meseleye farklı bakıyorlar ve Kürtlerin siyasi haklarının verildiğini, parlamentoda farklı partilerden onlarca Kürt milletvekili olduğunu, bakanlık yapan Kürtler bulunduğunu söylüyorlar. Ancak dil, folklor ve eğitim meselesine son derece sıcak bakmaları, onlar açısından hiçbir çelişki oluşturmuyor. Görüştüğüm kişilerden anladığım, devletin merkeziyetçiliğinden taviz vermeye asla yanaşmayacaklar ve adem-i merkeziyetçiliğin devleti çürüten ve zayıflatan bir şey olduğunu düşünüyorlar. Katıldığım oturumlardan birinde ilginç bir tartışmaya denk geldim. Suriyeliler içerisinde silahlı muhalif grupların hezimete uğratılmasını bir zafer olarak görmediklerini söylediklerini işittiğimde epey şaşırdığımı ifade etmeliyim. Kimisi bunun zafer olmadığından dem vururken kimi de Şam’ın savaş alanında kazanırken ekonomi ve diğer sivil alanlarda kaybedildiğinden bahsediyordu.  Kimisinin de sürdürülebilir bir başarı elde edilirse ancak bunun bir zafer olarak kabul edilebileceğine işaret ettiklerini duydum. Bir başka şikâyetleri ise İran ve Rusya’nın Suriye’ye verdikleri büyük desteğe rağmen ticaret alanında hiçbir işbirliğinin olmamasıydı. Askeri ve siyasi konulara odaklanıp sivil konuların ıskalanmasının ödettiği bedelin ne kadar büyük olduğunu anlattılar. Kısacası durumlar Suriye’de hiç iyi değil, bu yüzden Ankara ile anlaşmaya oldukça istekli görünüyorlar. Ancak bu, Ankara’nın bütün şartlarını kabul edeceği anlamına gelmiyor. Hele hele Suriye’nin kuzeyinden çekilmeyi düşünmediği taktirde böyle bir yakınlaşmanın gerçekleşmesi imkânsız görünüyor.