Bir kişinin telefonu olabilir. Ama evin ısınma harcamalarını karşılamakta zorlanabilir. İki günde bir et, tavuk, balık yemekte zorlanabilir. Ya da tatile gidemeyebilir. Bunlar da o kişinin maddi olarak yoksul tanımlanmasına neden olur.
Bu aralar sıkça karşılaştığım sokak röportajlarının birinde gördüm. Vatandaşın birine soruyorlar, “
ekonomik bir krizin var mı” diye. Rakamlar başka bir şey söylese de, o olmadığını söylüyor muhabire. Belli ki cevabı veren vatandaş iktidar sempatizanı. Sonuçta bir algı vatandaşa sorulan. Ne kadar gerçekleri açıklasanız da nafile.
İçine düştükleri hayal kırıklıklarının da etkisiyle, belli mahcubiyet içinde, durumu inkâr etmeyi tercih ediyorlar önce. Sanıyorlar ki, inkâr ederek her şeyi bir çırpıda değiştirecekler. İnsanları da kendi algılarına inandıracaklar.
İnkâr ederek, ekonomide her şey o eski günlerindeki gibi olacak. Benim anladığım bu ve benzeri inkârlar aslında geçmişe özlemlerin dile getirilmesinden başka bir şey değil. Yoksa o vatandaşlar da markete, pazara gittiğinde neyle karşı karşıya kaldığının farkındalar. Kimsenin tuzu kuru değil neticede.
Son kullanılan da “Bak etrafına. Kriz vara hiç benziyor mu? Herkes arabalarıyla dışarıda. Caddeler dolu” bahanesi. Aslında bunda da üstü kapalı olarak benzin fiyatlarının gelmiş olduğu noktanın istenmeyen bir itirafı var.
Ama benim burada ele alacağım konu krizi inkâr etmek için dayanak alınan göstergeler. Önceleri “
çıkar telefonunu” diyerek, kriz söylemini destekleyenlerin doğruyu söylemediğini kanıtlamaya çalışanlar vardı. Bunu yaparak cep telefonunun markası üzerinden bir zenginlik tanımı oluşturmaya çalışılır, izleyenlere “
subliminal” mesaj verilmek istenirdi.
Sonra “
siz bilmezsiniz; geçmişte çok daha fazla kuyruklar ve mal kıtlıkları vardı” diyenler çıktı. Krizin ölçüsü kuyrukların uzunluğu oldu. Onlar da, daha dün kendi iktidarlarında yaşanan bolluğu, refahın geldiği noktayı vatandaşa anlatmak için geçmişin ekonomik sıkıntılarını ve o kuyrukları “
Eski Türkiye” diyerek aşağılarlardı. Öyle ya kıyas için eskinin kıtlıklarının yanına daha önce bolluk ve refah koyanlar, şimdi geçmişin kıtlıklarını günümüzün kıtlıklarıyla karşılaştırarak kendilerine belli bir meşruiyet alanı yaratmaya başlamışlardır.
En son kullanılan bahane ise, “
bak etrafına. Kriz vara hiç benziyor mu? Herkes arabalarıyla dışarıda. Caddeler dolu” bahanesi. Aslında bunda da üstü kapalı olarak benzin fiyatlarının gelmiş olduğu noktanın istenmeyen bir itirafı var. Petrol fiyatları bu denli artmışken, insanların dışarıda olmalarını ve araba kullanmalarını anlamlandıramayan zihinlerin görüşleri bunlar. İnsanlar hala arabalarını kullanmaya devam ediyorsa, ekonomide pahalılık olmaması gerekiyor bu insanlara göre. On altı milyonluk İstanbul’daki zürriyetleri ise hiç dikkat almıyorlar.
Türkiye hem ekonomik hem de toplum olarak çok değişti yirmi yılda. Bu değişimde en önemli katkıyı elbette yirmi yıldır yönetimde olan AKP yaptı. Bununla ilgili menfi bir şey söylemek istemiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Bu refah politikanın doğruluğunu ve yanlışlığını başka bir fırsatta değerlenmekte yarar var. Ama yaşadığımız gelişmelere aynı zamanda doğal bir gelişmenin sonuçları. Sonunda toplam geliri 850 milyar dolar olan, kişi başına gelirde de 9-12 bin dolara ulaşmış bir ekonomimiz vardı bir zamanlar. Bunların doğal bir sonucuydu o günlerdeki refah artışları. Tabii yaşam tarzları, tüketim ihtiyaçları da beraberinde değişti.
Ama çok daha kötüsü, bu gelişmeleri kendi hikmetlerinin sonucu olduğuna inanan bir grup inanmış insan oluşturuldu. Sınırsızca vaatlerde bulunuldu ve tabi ülke gerçeklerinden kopuk bir şekilde.
Şimdi gelirlerde ciddi bir azalma, ekonomide ağır hızla seyreden bir çöküntü başlayıverdi nedense; bu inanmış insanların bir türlü anlam veremediği. Sorgulama kültüründen uzak bu millet, elbette gördüklerini daha iyi anlamaya ve yaşananların maddi delillerini gerçek hayatta görebilmeye çalışıyor. Zaman zaman da gördükleriyle iddialar arasında bir ilişki kuramıyor; kafaları karışıyor. Kendini ikna edemiyor. Anlaşılan bunun için biraz daha fazla gözleme ve zamana ihtiyaç olacak gibi.
Ancak bu röportajlarda dikkat çeken asıl husus krizin algılanmasındaki “görelilik” meselesi. Mesela kime göre krizden bahsettiğiniz önemli. Ya da krizin göstergesi olarak neyi dikkate aldığınız. Sanırım kamuoyundaki görüş farklılıklarına neden olan da bu konularda farklı düşünülmesi.
Vatandaş olanı biteni anlamaya çalışadursun, bu aşamada yaşananlara anlam vermemizi zorlaştıran toplumsal ve ekonomik değişim hakkında bir iki kelam etmeye gerek var. O da günümüzde artık hayatımıza girmiş olan “
maddi yoksulluk” konusunda.
Yoksul tanımı son derecede sübjektif bir tanımdır. Size göre yoksul biri, başkasına göre yoksul kabul edilmeyebilir. Göreli bir şeydir yani. “
Yoksulluk” durumunu tanımlamak için her zaman bir referans kullanılır. Bazen bu belli bir gelir düzeyi, bazen belli miktardaki harcama yapabilme kapasitesi olur. Başka türlü bu tanımsal sorunu aşabilmek mümkün değildir.
“Yoksul” subjektif bir tanımdır. Size göre yoksul biri, başkasına göre yoksul kabul edilmeyebilir. Ben şahsen “medyan gelir”in yüzde 50’sini eşik değeri olarak alıp, bunun altında gelir elde edenleri de yoksul olarak tanımlıyorum.
Eğer gelir gibi değişkeni göreli bir referans olarak kullanıyorsanız, o zaman yoksul belli bir gelir düzeyinin altında kalanlardır. Bu referans gelir de, yaygın olarak ülkedeki insanlar en çok hangi gelir seviyesinde gelir alıyorlarsa, onun belli bir oranı yoksulluk eşiği olarak tespit edilir. Bu ekonomide en çok tekrarlanan gelire biz iktisatçılar “
medyan gelir” diyoruz. Ben şahsen bu gelirin yüzde ellisini yoksulluk gelirinin eşik değeri olarak alıp, bu gelirin altında gelir elde edenleri de yoksul olarak tanımlıyorum.
Bu hesaplamaları
TÜİK Gelir Yaşam Koşulları Araştırmaları ile yapar. En son 2021 yılında vatandaşın 2020 gelirleri referans alınarak yapılan bir araştırma mevcuttur. Bu araştırma yoksulluk bakımından 2020 yılındaki durumumuzu görmemize yaramaktadır.
Ülkemizdeki medyan gelirlerin yüzde 50’sini dikkate aldığımızda, “yoksulluk sınırı” olarak belirlenen gelir 13,605TL, göreli yoksulluk oranı ise yüzde 13,6 olarak hesaplanmıştır. Bu oldukça yüksek bir orandır. Bu orana göre ülkemizdeki yoksul olarak nitelenen insan sayısı ise 11,2 milyondur.
Bu tarz yoksul tanımı, sıradan vatandaşların kafasında hayal ettiği yoksula pek uymayabilir. O nedenle bizlerin ortaya koyduğu yoksul sayısını veya oranını inandırıcı bulunmayabilirler. Bu benim ve benim gibi konunun uzmanı birçok araştırmacının karşılaştığı ve haksız eleştiriye uğradığı bir konudur.
Ama bu eleştirilere karşı bir duruş geliştirmek isterseniz, yoksulluğu mutlak olarak, maddi bazlı birtakım koşullara dayandırabilirsiniz. Bu tanım kamuoyunun hayat ettiği yoksul tanımına çok daha uygundur. Harcama yapabilme kabiliyeti ile ilgilidir. Bu tespit yöntemi uyarınca insanların birinin yoksul olduğuna inanabilmesi için, insanların kafalarında hayal ettikleri bir “
yoksul yaşam tarzı” tanımlamak gerekmektedir.
Bu konuda TÜİK
Eurostat ve Dünya Bankası ile çalışmalar yürütmüş, uluslararası düzeyde standart bir tanım yapmaya çalışmışlardır. Bu tanıma göre, ülkemizde de “
maddi yoksulluk” hesabı yapıyor.
Bu tanım da mutlak bir şey değil sonuçta. Bunların dışında sizler de çıkıp belli bir referansa göre yoksulluk tanımı oluşturabilirsiniz. Ama bizlerin ve uluslararası araştırmacıların kullanabileceği tanım TÜİK’in açıkladığı rakamlar ve onun benimsediği tanımdır.
TÜİK’in tanımına göre maddi yoksulluğun oluşumu için altı kriter oluşturulmuş durumda. Bunlar sırasıyla şunlar:
- Çamaşır makinası, renkli TV, telefon ve otomobil sahipliliği.
- Beklenmedik harcamaları yapabilmek.
- Evden uzakta bir hafta tatil yapabilmek.
- Kira, konut kredisi ve faiz borcu ödeyebilmek.
- İki günde bir et, tavuk ve balık içeren yemek yiyebilmek.
- Evin ısınma ihtiyacını karşılayabilmek.
Bu kriterler sokak röportajı yapılan vatandaşlar için bir kriz göstergesi olur mu bilemem. Ama bugünkü haliyle ülkemizdeki refah tanımının önemli göstergelerini bunların oluşturduğu söylenebilir. Dahası Eski Türkiye’yi hatırlayan ve bugün için geçmişi referans alan vatandaşlarımızın bunları kabul edebilmesi biraz zor olabilir.
Bu harcamalardan en az 4’ünü karşılamayan birini bizler maddi olarak yoksul kabul ediyoruz. O nedenle, bir zenginlik göstergesi olarak sokakta birine “
çıkar telefonunu” demek aslında birinin zengin değil, ama en azından yoksul olmamasının bir kriteri. Bunun gibi otomobil sahibi olabilmek de.
Bu tanıma göre birinin telefonu olabilir. Ama evin ısınma harcamalarını karşılamakta zorlanabilir. İki günde bir et, tavuk, balık içeren yemek yemekte zorlanabilir. Ya da bu sene evinden uzakta bir hafta tatil yapamayabilir. Bunlar da o kişinin maddi olarak yoksul tanımlanmasına neden olur.
Elbette bu kriterleri gerçekçi bulmayanlar çıkabilecektir. Belki de bazı vatandaşlarımız otomobil sahibi olmayı değil ama bu fiyatlardan yakıt alıp kullanabilmeyi de kriterler arasında görmek isteyebilir. İşte o zaman vatandaşlarımızın sokaklarda iddia ettiği araba kullanabilmek de, zenginlik göstergesi olmasa da, yoksul olunmadığı anlamına gelmez.
Tüm bu tartışmalar bir yana, TÜİK’in 2021
Gelir Yaşam Koşulları Araştırmasına göre, haklımızın yaklaşık yüzde 64’ü konut alımı ve konut masraflarını karşılama dışında, borç ve taksit ödemede güçlük çekmeye başlamış. Elbette bu oranın içinde telefonu ve arabası olan ama bu harcamaları yapamayan insanlar olacaktır. Yine vatandaşın yüzde 61 evinden uzak bir hafta tatil geçirebilecek durumda değil. Bu rakamların içinde bulunduğumuz yıl zarfından daha da artacağını ummak yanlış olmayacaktır. Yine vatandaşın yüzde 33’ü beklenmedik bir harcama yapması gerektiğinde bunu yapabilecek durumda olmadığını beyan etmiştir. Bu listeyi bu şekilde uzatmak mümkün.
Bunları kim inkar edebilir?