Bugün Türkiye’de seçmenin oy verme davranışı, ne tek başına sağ/sol ideolojik bölünme, ne de emek/sermaye, etnik/dinsel bölünme şeklinde açıklanabilir. Parti siyasetimiz hiç olmadığı ölçüde çeşitlenen sosyal bölünmeleri içermektedir. Türkiye önümüzdeki yıl çok partili siyasal hayatta yirmi birinci genel seçime gidiyor. Her seçim özellikle sonuçlarınının nasıl gerçekleneceğine dair çok bilinmeyenli bir denklemdir. Bunun başlıca nedeni; seçmenin gizemli bir politik özne oluşu. Duyguları, değerleri, gelenekleri, aile bağları, ekonomik beklentileri, çıkarları, kimlikleri, ideolojileri, parti aidiyetlerinin değişkenliği seçim sonuçlarının ne olacağına dair önceden iddialı kestirimlerde bulunmayı güçleştirmektedir. Dün öyle idi. Bugün de böyle. Kamuoyu araştırmalarında olası bir seçime yönelik parti oy oranları hakkında alandan toplanan verilerle birtakım öngörülerde bulunulsa da, seçimin ertesinde çoğu araştırmanın yanıldığı görülmektedir. Bu anlamda bugünden önümüzdeki seçimde seçmen tercihlerinin partiler arasında nasıl dağılabileceğine dair iddialı öngörülerde bulunmak yerine, en azından akademik anlamda gidişat nereye doğru, gidişatın ardında yatan sosyo-ekonomik, kültürel dinamikler, bunun seçmen tercihlerine yansıması nasıl olabilir şeklinde düşünmek daha doğru. AKP’NİN KONUMU VE YENİ SEÇMEN KÜMELENMELERİ Türkiye’de seçmen kümelenmeleri ve bunun sandığa yansıması, sandıktan çıkan sonuçların parti siyasetini biçimlendirmesi anlamında 3 Kasım 2002 genel seçimleri önemli bir kırılma noktasıdır. 1983 seçimlerinden 2000’lerin başına kadar olan süreçte baskın merkez-çevre ve sınırlı işlevsel/sınıfsal bölünmeler parti siyasetini şekillendirirken, 3 Kasım seçimleriyle birlikte seçmenlerin oy verme davranışı, parti tercihlerinde merkezcil siyaset ve partilerinin yaşadığı temsil ve meşruiyet krizlerine bağlı oluşan paradigma değişikliği ve ulusal barajlı seçim sisteminin en büyük partiyi ödüllerin özellikleri AKP’yi parti siyasetinde uzun yıllar rakipsiz bırakmıştır. AKP’nin merkez sağ ve merkez sol partilerin boşalttığı alanda onlarca yıl süren ideolojiden uzak, pragmatizm ve popülizmle birleşen siyaset ve yönetme tarzı, partiyi 2015’e kadar hakim parti olarak parti sisteminde güçlü merkez sağ parti şeklinde konumlandırmıştır. Bu konumlanmada 2002’den itibaren sosyo-ekonomik yapıda oluşmaya başlayan yeni seçmen kümelenmelerini en az hata ile temsil etmesinin payı da yadsınamaz. Kendisine yönelik seçmen mutabakatından aldığı güç ve ulusal, uluslararası alanda elde ettiği meşruiyetle birlikte, düzenle çatışmak yerine, düzenle uzlaşarak, düzen sağlayıcı parti iddiası ve iktidar pratikleriyle iktidarını sürdürmüş, 2010’dan itibaren seçmen desteğinin artışı AKP’yi düzenle, düzenin yerleşik politik değerleriyle  hesaplaşmaya yöneltmiş, bu andan itibaren adım adım otoriter-popülist parti kimliğini içselleştirmiştir. Bu süreçte uluslararası piyasalardaki ucuz döviz bolluğunun Türkiye’ye yönlendirilmesiyle, ucuz dış kaynakla bir yandan inşaat merkezli mega projeler, yatırımlara girişilmesi, diğer yandan halkın tüketim harcalarına yönelik olarak teşvik edilmesi AKP’nin seçmen nezdinde ‘refah dağıtan parti” olarak algılanmasına yol açmıştır. Yine, AB tam üyelik arayışları, demokratikleşme, insan hakları alanında atılan sınırlı adımlar bu partinin Türkiye parti siyasetinde meşruiyet ve temsiliyeti zayıflamış klasik merkez sağ partiler karşısında yenilikçi bir merkez sağ parti olarak algılanması gibi bir yanılsama üretmiştir.
AKP ile FETÖ arasında kamu bürokrasinin adeta paylaşılması AKP’nin birleştirici partiden tahakküm kurucu partiye doğru evrilmesine yol açarken, partiye eklemlenen yapışık sosyolojileri de yavaş yavaş yitirmeye başladılar.
Seçmen boyutundan bakıldığında, göreli uzun vadeli maliyeti yüksek refah artışında 2002’den itibaren yaşanan ekonomik krizin etkisiyle yoksullaşan seçmen için siyasi referanslar tıpkı ANAP’ın ilk iktidar döneminde olduğu gibi geleneksel sağ-sol, emek-sermaye, kır-kent bölünmesi yerine, bir yandan etnik,dinsel bölünmelere eklemlenmiş, diğer yandan refah talebi temelinde yeni sosyal bölünmeler oluşumu AKP’yi bu bölünmelerin birleştirici ve temsilcisi partisi yapmıştır. İdeolojinin geri tutulduğu, etnik, dinsel kimliklerin demokratik temsil adına öne çıkarıldığı, refah dağıtıcısı parti algısı 2010’ların başına kadar işlerken, bu AKP’yi sistemde hakim parti olarak konumlandırıyordu. PARTİ SİYASETİNDE DEĞİŞİMİN BAŞLANGICI Türkiye siyasetinde 2002 seçimleri sonrası ilk önemli kırılmanın 2010 Anayasa değişikliği ile birlikte başladığını söyleyebiliriz. Özellikle yargının belirli bir illegal yapının egemenliğine girdiği Anayasa değişikliği sonrasında AKP ile FETÖ illegal yapısı arasında kamu bürokrasinin adeta paylaşılması AKP’nin birleştirici partiden tahakküm kurucu partiye doğru evrilip, muktedirleşmesine yol açarken, parti bu dönemde toplumun bütününü temsil ettiği yanılgısıyla muktedirleşmiş, muktedirleştiği ölçüde kendi doğal sosyolojisini etrafında kemikleştirirken, bunun dışında partiye eklemlenen yapışık sosyolojileri yavaş yavaş ideolojik benzemezlikler dolayısıyla yitirmeye başladı. 2015 Haziran seçimindeki oy kaybı, ardından 2018 seçimlerinde seçmen tabanında zayıflama bunun sonucuydu. Son yerel seçimde büyük kentlerde belediye başkanlıklarını kaybetmesi, muktedirliğinin ürettiği sınırsız ve sürdürülebilir iktidar yanılgısıydı. Bu anlamda sorunu iktidarların sonlu olduğunu kabul etmeme gibi yanılsamacı siyasetle yürümeye devam etmesi, hatalarından ders çıkarmamasıydı. Bunun en büyük kanıtı da parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiştir. Oysa ki bir yandan pandeminin yol açtığı küresel ekonomik sorunlar, diğer yandan partinin ve yeni sistemde tek başlı yürütmenin yönetememe krizinin yol açtığı ekonomik kriz, sosyo-ekonomik yapıda yaşanan değişim kaçınılmaz olarak Türkiye parti siyasetinde ekonomik temelli, yoksulluk referanslı yeni sosyal bölünmeleri parti siyasetine dahil etmiştir. Ekonomik koşulların uluslararası dinamikler ve içeride yönetilebilir olduğu koşullarda etnik, dinsel kimlik referansları ve salt sosyal yardımlarla seçmenlerle, yandaş firmalarla kurulan aidiyet ilişkisi, salt tüketime dayalı büyüme, refah bugün artık yönetilemez durumdadır. Özellikle otoriterleşmenin yol açtığı demokrasi, özgürlük talepleriyle ekonomik krizin tetiklediği refah, yoksulluk ve yolsuzluğun bitirilmesi, adalet temelli yeni talepler toplumsal yapıda yeni sosyal bölünmelerin filizlenmesini tetiklemektedir. Bu bölünmeleri temsil eden partilerin seçmen desteğinin ilk seçimlerde artması kaçınılmaz görünmektedir. Bugün Türkiye’de seçmenin oy verme davranışı, parti tercihi, ne tek başına sağ/sol ideolojik bölünme, ne de emek/sermaye, etnik/dinsel bölünme şeklindeki sosyal bölünmelerle anlaşılabilir ve açıklanabilir. Parti siyasetimiz şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde çoğulculaşan, çeşitlenen sosyal bölünmeleri içermektedir. Üstelik seçimin kaderini ilk kez tayin gücüne sahip genç seçmen sisteme dahil olmuş durumda. Eski hikayelerle bu seçmeni artık çantaya keklik olarak koymak mümkün değil. Sosyal medya aracılığıyla dünyaya açılan, yaşıtlarının imkanları karşısında imkansızlıklarını görüntüleyen, idrak eden bu kitle ve dahil olduğu seçmen kümelenmeleri, bunun sosyolojik dinamikleri de önümüzdeki seçimde partilerin kaderini tayin edecek görünmektedir. Bu tablo karşısında gelinen noktada partilerin ebedi referansları olan kültürel popülizm cazibesini yitirmekte, otoriter politikalarla toplumu zapturapt altına alma karşılık bulmamaktadır. Bütün mesele; sosyo-kültürel bölünmelerin ürettiği yeni seçmen kümelenmelerinin taleplerini okuma, buna yönelik politika önermeleri geliştirmektedir. Aksi durumda, kayırmacı, dışlayıcı, popülist politikalara dokunmaya devam edecek partiler yanacak gibi görünüyor.