Sosyal demokrasi, kapitalist toplumlarda ezilen emekçi sınıfların 19. yüzyıldan bu yana siyasal demokrasiye ek olarak yükselttikleri sosyal adalet, eşitlik, özgürlük arayışlarının ideolojik politik çerçevesi olarak tanımlanabilir.

Ezilen kitlelerin eşitlik, özgürlük sosyal adalet arayışları değişmese de bu taleplerin siyasi temsili iddiasındaki “sosyal demokrasi politikaları” zaman içinde çok değişik biçimler alabilmektedir.   Bu değişimin nedeni kapitalizmin ve ona karşı yükselen sınıfsal mücadelesinin zaman içindeki evrimi ve mücadele eden tarafların güç dengeleridir. Sosyal demokrasi adına uygulanan politikalar emekçilerin kapitalist sömürü düzenine barışçı demokratik yöntemlerle son vermesi anlamına gelebildiği gibi (reformcu sosyalist), yükselen devrimci mücadele koşullarında sermayenin verdiği tavizlerle sağlanan uzlaşma düzeni olarak (kapitalist refah toplumları) veya kapitalistlerin neoliberal politika ve emperyalist girişimlerine emekçi kitlelerin desteğini örgütleyen politikalar (“sol/emperyal”) halini de alabilmektedir. Öte yandan belirtmemiz gerekir ki gelişmiş kapitalist batı ülkeleri için genel olarak yapılabilecek bu tanımsal yaklaşım, diğer ülkelerdeki sosyal demokrasi pratiğinin başka toplumsal dinamiklerle etkileşim içindeki görünümlerini tam olarak temsil edemez durumdadır.

Neo-Liberal Politikalar ve Emperyalist Savaşlara Direnememek

1970’lerden beri gelişen Neo-Liberal politikalar, “reel sosyalist” sistemin etkisinin azalışı ve nihayette ortadan kalkması ile birlikte sosyal demokrat politikaları da derinden etkilemiştir. Uzlaşmanın zeminini oluşturan “refah devleti” kazanımlarının birer birer geri alınışı karşısında önce savunma pozisyonunda kalan batılı sosyal demokrat partiler zaman içinde bazı ülkelerde bu “acı reçeteleri “ sermayedarlar adına emekçi kitlelere içiren “dost” pozisyonuna geçmişlerdir. Şüphesiz ki bu değişim küreselleşme ve kapitalist üretim sürecinde ortaya çıkan yapısal değişikliklerle bağlantılıdır. Geleneksel kapitalist üretim yapısında örgütlü işçi sınıfı ile güçlü organik bağlara dayanan sosyal demokrat partiler ve siyasetlerin bu toplumsal zeminini giderek zayıflamıştır. Sermaye küreselleşme koşullarında başka ülkelerdeki ucuz emek ve rekabet koşullarını öne sürerek sosyal devleti yok ederken, küresel bir cevap oluşturamayan sosyal demokrasi, aksine merkezi sermayenin uluslararası emperyalist saldırgan politikalarının bazen bir aracı, bazen de milliyetçi, göçmen düşmanı içe kapanma politikalarının taşıyıcısı konumuna düşmüştür.

“Yüzde bire karşı yüzde doksan dokuz”

Küreselleşmenin şimdi geldiği noktada gerek ülkeler arası gerekse ülke içlerindeki eşitsizlikler tarihte görülmemiş boyutlara varmıştır. Baştan beri emekçilerin ve sosyal demokrasinin şiarı olan eşitlik, özgürlük, sosyal adalet talepleri şimdi tüm ülkelerde çok daha yakıcı ve tüm dünya da çok daha yaygın ve ortak arayışların adıdır. Gelir dağılımının aşırı derecede bozulması ve tüm dünyada %1 azınlığın oligarşik egemen pozisyonu tüm halk sınıflarını bir araya getirme ivmesini ortaya çıkarmıştır. Küresel sistem içinde en basit reform talebinin sistem için yıkıcı bir etkiye sahip olabilme potansiyeli de eski reformcu-devrimci ayrımının zeminini ortadan kaldırmış, dünya ölçüsünde yeni 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başı reform/devrim koşullarını oluşturmuştur.

Şimdi düzene hayır diyecek sosyal demokrat politikalar ekonomik olarak “küresel vahşi kapitalizmin devamından yana özgül bir çıkarı olmayan “ tüm halk sınıflarına dayandırılmak zorundadır. Öte yandan küreselleşme koşullarında çok daha görünür olan kimlik farklılıkları, finans oligarşisinin kundakladığı kanlı boğazlaşmaların gerekçesi olmaktan ancak kültürel kimliksel çoğulcu ve özgürlükçü siyasal demokrasi politikalarının hayata geçirilmesi ile mümkün olabilecektir.

Türkiye’de Bitmemiş Süreç; Kurucu Partiden Sosyal Demokrasiye

Türkiye’ de sosyal demokrasi, çok partili siyasal yaşam geçişten sonra CHP nin “kurucu modernist parti” kimliğinden, siyasi yelpazede kendi tanımı olarak, muhafazakâr siyaset karşısında sol konumu seçmesi ile başladı diyebiliriz. Burada önemli bir etken de yükselen sendikal işçi hareketi ve Türkiye İşçi Partisi’nin gelişme potansiyeli gösteren varlığıdır. Ecevit liderliğindeki CHP dünya ve ülke koşullarının elverişliliği içinde, sendikal hareketle organik bağlarını geliştirmiş, “Ortanın Sol’u “ politikalarını, sosyal demokrat bir çizgiye doğru kaydırmaya başlamıştır. Fakat bu süreç 1980 darbesi ile durdurulmuştur.

1980 sonrası merkez sol hareket küreselleşme ve soğuk savaşın bitiminde ortaya çıkan uluslararası ve ulusal siyasal koşullara karşı yeni politikalar üretme konusunda başarısız kalmıştır. Soğuk savaş ve NATO-Sovyet güç dengesi içinde durağan olan ülke içi ve bölgesel toplumsal gerçeklikler yeni siyasal anlamlar kazanırken yükselen İslamcı ve Kürt kimlik hareketi karşısında aslında 12 Eylül ile biçimlenen siyasal rejimi koruma çerçevesine mahkûm kalınmıştır. SHP ile girişilen arayışlar çeşitli nedenlerle ilerletilemezken Baykal politikaları ile tümüyle “devletçi” “savunmacı” bir pozisyonda sabitlenilmiştir. Bu siyasal tıkanıklık ekonomik politikalarda Neo-Liberal söyleme karşı tutarlı bir karşı söylemin üretilememesi ile birlikte CHP’yi toplumsal arayışların çekim odağı olmaktan uzaklaştırmıştır. 

Özgürlükçü demokrasi ve Sosyal adalet

Şimdi bu günden sonrasına bakarken yeni bir sosyal demokrat hegomonik siyasetin söylem olarak ancak iki ana alana dayanarak geliştirebileceği açık olarak görülmektedir. Bunlardan birincisi Küresel çapta da tıkanmış Neo-Liberal ekonomik politikalara karşı ülke ve dünya bağlamında sosyal adalet ve eşitlik adına karşı çıkan, tüm halk sınıfları ve üretici kesimlerle dayanan ekonomik politikalardır. Diğer alan ise şu anda ülke için hem iç hem de dış politikada büyük tıkanıklık ve engel haline gelen kimlik sorunlarını özgürlükçü demokrasi yaklaşımı ile aşacak siyasetin geliştirilmesidir.

Ekonomik politikalar sadece finans oligarşisinin egemenliğine karşı önlemleri içermekle kalmayıp tüm üretici güçlerin önünü açmak, topluma dayanan katılımcı farklı kamusal mülkiyet ve yönetim biçimlerini içeren  “postkapitalist” girişimlerin gelişmesini teşvik eden nitelikte de olmalıdır. Öte yandan Türkiye’nin ekonomik gelişmişliğinin artırılmasının ülkemizin kendi jeopolitik çevresindeki ülkelerle kurup geliştireceği bölgesel ekonomik/sosyal/siyasal dayanışma organizasyonlarıyla mümkün olabileceğini görmek gerekir. Bölgede küresel dayatmalara karşı direnecek ortaklıkların AKP’nin yapmaya çalıştığı şekilde dayatmacı “Yeni Osmanlıcılık” anlayışı ile değil demokratik, özgür, dayanışmacı bir anlayışla inşa edilmesi sadece ekonomik değil bölge barışı ve demokrasisinin gelişmesi açısından da hayati öneme sahiptir.

Sonuç

Bölgeyi kana bulayan ve ülkemizi de girdabına çeken kimlik temelli çatışmaların önüne geçmeden ekonomik olarak gelişmenin sağlanması mümkün değildir. Küresel dayatmalara karşı direnebilmek de ülke içi barış ve demokrasi yanında bölgesel çapta ekonomik/siyasal dayanışma alanlarının geliştirilmesi ile mümkündür. Türkiye’de ve bölgemizde ihtiyacımız olan, kimlikleri sosyal bir gerçeklik, insan hakları ve eşitlik alanı olarak görürken, bu kültürel farklı olanları sosyal adalet ve özgürlük temelli politikalarla birleştirebilecek bir sosyal demokrat siyasettir.