Biz Ege’de hayatlarını kaybeden kuşlarımızın, solucanlarımızın, sincaplarımızın, kedilerimizin ve köpeklerimizin, ineklerimizin, kuzularımızın, kül olan ağaçlarımızın, yitip giden arılarımızın, kaybolan bitkilerimizin acısını yaşarken, İsrail de, Hamas tarafından atılan füzeler yüzünden çıkan yangınları söndürme derdindeydi. Yangınları söndürme mücadelesinde onlar da canlarını kaybettiler. Terörle mücadele literatüründe, “resilient” yani “dirençli” toplum diye bir kavram vardır. Basit bir şekilde tanımlarsak, bu sıfat, terör eylemlerinin ardından çabucak toparlanıp, günlük hayatına devam edebilen toplumlar için kullanılır. Hem İsrail, hem de Türkiye için bu yakıştırma yapılıyor. Daha yitip giden can parçalarımızın yasını tutmadan, hemen başka bir mücadeleye başlamamızdan, hiç yıkılmayıp, durmadan devam edebilmemizden dolayı bizleri böyle nitelendiriyorlar. Bir sahne var gözümün önünde… Tel Aviv’de plajda insanlar güneşleniyor. Çocuklar neşeyle dondurma yiyor, bazı kadınlar yüzüyor. Birdenbire başlayan bir füze saldırısı… Ortalık karışıyor. İnsanlar bikinileriyle, çıplak ayaklarıyla koşmaya başlıyorlar. Birkaç saniye önce yüzlerinde parlayan o gülümseme silinip giderken, korkuyla kendilerini yere atanlar, buldukları bir duvarın dibine çökenler… “Neyseki Demir Kubbe var” diyerek bir nebze olsun güvende hissediyorlar; yüreklerine gelip oturan kaygıyı çarçabuk savuşturuyorlar. Akşam geldiğinde Tel Aviv’de barlarda müzik çalmaya devam ediyor, insanlar arkadaşlarıyla yemeğe çıkıyor, ölümün kıyısında gençler dans ediyor. NEDEN YÜZLEŞMEYİ BİLMİYORUZ? Benzerini kendi çocukluğumdan, yetişkinliğimden de hatırlıyorum. Canlarını teröre kurban verip, birkaç gün sonra milli maç izleyip coşkuyla tezahürat yapanları… Yüzlerce kişiyi gömüp, ardından ertesi gün “Türkiye ekonomisi” diyerek işe koyulanları… Hatta halen Ege’de vatanımız yanıp küle dönerken, Olimpiyatlardaki sporcularımızın başarılarıyla sevinmeye, gülümsemeye çalışıyoruz. Oysa yasımızı yaşamalıyız. Üzüntümüzü ifade etmeliyiz, ağlamalıyız, kaygılandığımızı, korktuğumuzu söyleyebilmeliyiz. Yapamıyoruz.  Ağlayamıyoruz, korkamıyoruz. Bitmek bilmeyen bir yürüyüş bu; sanki düşüp, ayağa kalkıp, tekrar yürüyor gibiyiz. Çok korkutucu değil mi bu? Ölülerimizle helalleşememek, birdenbire biten, yok olan canlarımızın yokluğunu kabullenip, onları sağlıklı bir şekilde kalbimize yerleştirip, öyle yola devam etmemek. Kendimizle ilgili hep “Türk halkı çabuk unutur” diye bir klişe söyleriz. Bunun sebebi de acılarımızla yüzleşmememiz değil mi? Alelacele acıyı geçiştirip yeniden yola koyulmamız. Bir türlü o acı dolu sayfaları okuyup sindiremiyoruz, hemen bir sonraki sayfaya geçiyoruz. O yaşadığımızdan bir şey öğrenemediğimiz, iyice konuşup anlatamadığımız, anlayamadığımız için olaylar birbiri ardına gelip geçiyor ve biz oradan oraya sürükleniyoruz. Bunu da yıkılmamak, ayakta kalmak, “güçlü halk” mantığıyla yapıyoruz. Hiçbir olayla hesaplaşamadığımız ve altını kalın çizgiyle çizemediğimiz için aklımızda da yer tutmuyor hiçbir şey, geçip gidiyor. Taa ki bir sonraki acıyla sınanana kadar. Yahudiler bizden daha farklı bir tecrübe yaşadılar kuşkusuz. Tarihin en büyük zulmüne uğradılar: Soykırım. Theodor Herzl’ın Avrupa Yahudiliği’nin Avrupa’da bir geleceğinin olmadığı kehaneti yıllar sonra acı bir şekilde kanıtlanmış oldu. Arkasından bir telaşla, can havliyle İsrail’i kurdular. Bu arada soykırım sonrası ABD’ye yerleşmiş olan Yahudi psikiyatristler de travma meselesini kavramsallaştırıp, Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) üzerine ilk önemli çalışmaları yaptılar. Bu duruma pek şaşırmamalı. Çünkü o kalp yarasına, o yıkıma bir çare aradılar. Fakat İsrailli Yahudiler soykırımdan sonra aynı varoluşsal kaygıyla Ortadoğu’da yaşamaya devam ediyorlar hala. Her gün anaokullarının bahçelerine bombalı oyuncaklar atıldığını düşünün. Yine de her sabah kalkıp o okullara çocuklarını gönderiyorlar. Veya bir gün önce dans ettikleri, yemek yedikleri bir arkadaşlarını bombalı bir saldırıda kaybediyorlar, onun paramparça olmuş bedenini unutmaya zorlayıp, kayıplarına, kanayan yaralarına sırtlarını dönüp, yürümeye ve gülümseye devam ediyorlar. Tıpkı bizlerin bir dönem neredeyse her gün bir bomba patlayabileceği ihtimaline rağmen, her sabah otobüslere doluşmamız gibi. Reina’da gözünü kırpmadan onlarca kişiyi tarayan teröristlerin varlığına rağmen, çok değil bir gün sonra hala barları doldurup eğlenebilmemiz gibi. Özellikle son yıllarda hangi erkek bizi hunharca bıçaklayıp bir çöp bidonuna atacak diye düşünmeden hala aşık olmamız gibi… Veya mesela oğlu ölen annelerin, eşini kaybeden kadınların “Onları sevindirmeyeceğim ağlamayacağım” demesi gibi… AĞLAYALIM VE VEDALAŞALIM ARTIK Artık dirençli olmasak diyorum. Ne biz ne İsrailliler. Yasımızı tutsak, avazımız çıktığı kadar bağırsak, hüngür hüngür ağlasak ama kapatsak yaralarımızı. Onları iyileştirsek… “Hemen şimdi” demesek, “Sonra” diyebilsek, “Sonra yeniden yaşamı kuracağız ama önce yasımızı tutacağız” desek. Güçlü olmak zorunda olmadığımızı anlasak artık. Evimiz yanınca pişkince; “Öyle evler yapacağız ki iyi ki evimiz yandı diyeceksiniz” diyenlere inat, “Evim yandı” diye ağlasak. Ne verirlerse versinler ağlasak. İçimizden geldiği gibi, saçımızı başımızı dağıtıp ağlasak. Kedimiz, köpeğimiz, sincabımız, ağacımız, kuzumuz için ağlasak. Elimizle diktiğimiz fidanlarımız, fidelerimiz için… Artık “Hayat ne gönderirse göndersin devrilmeyeceğim” demesek. Zaten yıllardır dayanıklılık kotamızı fazlasıyla aşmadık mı? Ağlayalım artık, ölülerimizle, kayıplarımızla vedalaşalım. Çünkü geçmişle yüzleşmeden geleceği bu yarım yamalak duygularla inşa edemeyiz. Bu iki kadim halk geleceğe umutla gülecekse, gerçekten sağlıklı bir şekilde adım atacaksa ancak bu şekilde olabilir. Bir Türk olarak artık dayanıklı olmak istemiyorum. Bu hayatta bize yapılan bu zulme, onca haksızlığa gülmek istemiyorum. Direnmek istemiyorum. Ağlamak, tepinmek istiyorum. Yasımı tutmak istiyorum. Ben vedalaşana kadar, gelecekle ilgili plan duymak istemiyorum. Ege’de kaybettiklerimin yasını tutmak istiyorum. Belki sonra yeniden hayatı inşa edebiliriz.