Herkes rahat olsun… Seçim sandığının sahibi halktır. Türkiye’de yönetim, adil seçimlerle belirlenir. İktidarı seçim dışı yollarla değiştirmeye teşebbüs edenlerin hevesi hep kursağında kaldı. Seçim sonuçlarını değiştirmek ya da tanımamak gibi çılgınlıkların sonu da aynı olur.
Uzun süredir ortalıkta dolaşan uğursuz bir söylenti var; “kaybetseler de bırakmayacaklar”. Bu karanlık senaryonun, Türkiye henüz seçim ortamına girmeden çok önce bile kulaktan kulağa fısıldanmakta olduğunu biliyoruz. İlk başta iddia “seçim yaptırmayacaklar” şeklinde başladı. O dönemde birçok kişi iktidarın, kaybetme olasılığı olan bir seçime gitmek yerine Türkiye’yi yakıp yıkacak tezgahlara gireceğinden ciddi ciddi endişeleniyordu. Seçimin zamanında yapılacağına ilişkin ortaya çıkan onca emareye karşın bu kuşkular ancak bu yılın başında seçim sözcüğü bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından telaffuz edilene kadar kaybolmadı.
Ardından, 6 Şubat depremleri yaşanınca yine bazı çevrelerde, Anayasa’ya açıkça aykırı olmasına karşın bu felaketin seçimleri ertelemek için bahane olarak kullanılacağı iddia edildi. 10 Mart’ta Erdoğan, Anayasa’nın 116. maddesinin kendisine verdiği yetki uyarınca 14 Mayıs’ta yenilenmesi kararı aldığını ve Cumhur İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı olduğunu duyuruncaya kadar bu dedikoduların ardı kesilmedi. Bu açıklamadan bir hafta sonra 14 Mayıs’ta yapılacak cumhurbaşkanı seçimi ve 28. dönem milletvekili genel seçimi sürecine ilişkin Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) hazırladığı seçim takvimi işlemeye başlayınca ister inanın ister inanmayın, bazı çevrelerde büyük şaşkınlık yaşandı.
Yurt dışında oyların kullanılmaya başladığı bugünlerde benzer bir söylenti yeniden piyasaya sürüldü. Şunu kabul etmek gerekir ki ateş olmayan yerden duman tütüyor değil. Örneğin AK Parti’nin etkili isimlerinden İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun; 14 Mayıs’ta muhalefetin kazanacağı bir seçimi darbeye benzetmesi görmezden gelinebilecek bir şey değil. Yine yönetimde ağırlığı olan bir başka isim, Binali Yıldırım da seçimi “işgalcilere karşı istiklal mücadelesi” olarak nitelendirerek bu koroya katıldı.
Son olarak Erdoğan’ın -Emek ve Özgürlük İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleme kararına atıfla- muhalefeti terör örgütleriyle irtibat halinde gösteren, “Kandil’in desteğiyle bu ülkede cumhurbaşkanı olacak. Benim milletim Kandil’den aldığı destekle cumhurbaşkanı olana bu ülkeyi teslim etmez.” şeklindeki ifadeleri bu söylentiyi yayanlara aradıkları tartışmasız kanıtı da sağlamış oldu. Erdoğan, seçimi kaybetse de iktidarı devretmeyecekti.
Sarfedilen sözlerin kabul edilemez olduğu açık. Bununla birlikte bu ifadelerin düz anlamlarından ziyade retorik yönünün daha baskın olduğu da bir gerçek. Daha dört yıl önce 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde bir ilçe belediye başkanının “
burayı kaybedersek Kudüs’ü kaybederiz, İslam’ı kaybederiz, Mekke’yi kaybederiz” dediği, Cumhur İttifakı’nın küçük ortağı MHP’nin genel başkanının “
beka bu seçimin kaderi ve bu seçimin ifade tarzıdır” sözleri ve bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “
Bu seçimler, ülkemiz açısından bir beka meselesine, bir beka seçimine dönüşmüştür.” ifadeleri hatırlanacak olursa bu söylemin ilk defa kullanılmadığı görülür.
İktidar çevreleri 24 Haziran cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde de bugün toplumun bazı kesimlerinde korkuya yol açan sözlerin benzerlerini rahatça dilendirmişlerdi. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, 2018’de Sabah gazetesinde yayımlanan yazısında; “
25 Haziran’da bu ülkenin başına bu ülkeyi Batı’ya kul köle yapmak için yanıp tutuşanlar oturursa bu millet o zaman yorulacak. O vakit perişan olacak. Türkiye çok büyük bir mücadele verdi. Bu mücadele bitmeyecek. Ancak bizi teslim aldıklarında biter bu mücadele. O zaman ne olacak? İşte o zaman gerçek anlamda fakirleşeceğiz. İşte o zaman küçüleceğiz. İşte o zaman bölüneceğiz. Allah göstermesin zelil olacağız. Erdoğan düşmanı cephenin … ülkeyi peşkeş çekmeyecekleri hiçbir güç, ittifak kurmayacakları hiçbir aktör yok. ” diyor ve seçimi savaşa, muhalefeti de adeta işgal güçlerine benzetiyordu. Cumhur İttifakı kurulduğu günden beri kendisini halk iradesinin tezahürü, milli irade ve milli bekanın teminatı olarak konumlandırmış, muhalefeti ise terör örgütleri ile Türkiye’yi bölmek ve yıkmak isteyen dış güçlere hizmet etmekle suçlamıştı. Dolayısıyla Cumhur İttifakı cephesinde yeni bir şey yok aslında.
Bununla birlikte bu söylentilerin son dönemde yoğunlaşmasını sadece muhalefete yakın çevrelerdeki temelsiz korkuyla açıklamak da safdillik olur. Komplo teorilerine mesafeli durmayı ilke edinmiş olsam da “acaba altından Çapanoğlu mu çıkar” diye sormadan edemiyorum. Bu söylentiler gerçekten maksatlı olarak çıkarılıyor, karanlık köşelerde seçim sonuçlarına ilişkin ürkütücü senaryolar yazılıyor olabilir mi? Bu sorulara yanıt bulmak için son yedi yılda yaşananları gözden geçirmek gerekiyor.
Komplo teorilerine mesafeli durmayı ilke edinmiş olsam da “acaba altından Çapanoğlu mu çıkar” diye sormadan edemiyorum. Bu söylentiler gerçekten maksatlı olarak çıkarılıyor, karanlık köşelerde seçim sonuçlarına ilişkin ürkütücü senaryolar yazılıyor olabilir mi?
AK PARTİ’NİN DERİN DEVLETLE İZDİVACI
AK Parti kuruluşunda; devlet politikalarının, güvenlik merkezli olmaktan çıkarılacağını, özgürlük-güvenlik dengesinin gözetileceğini, bireyin devlete önceleneceğini vaat ediyordu. AK Parti iktidarının ilk 10 yılı; kendilerini ülkenin gerçek sahibi, sosyo-ekonomik değişimin çevreden merkeze taşıdığı aktörleri ise işgalciler olarak gören zinde güçlerle mücadele ile geçti. 1997’de 28 Şubat darbesinde, 2002’de Erdoğan’ın genel başkanlığının ve milletvekilliğinin önlenmesinde, 2007 yılında yaşanan 367 Krizinde ve cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde, 2008’de parti kapatma davasında demokrasiyi de hukuku da ayaklar altına alarak siyaset alanına müdahale etmeye ve siyaseti kendi tercihlerine göre şekillendirmeye çalışan bu çevrelerle girişilen zorlu kavgada, AK Parti hep merkeze karşı çevreyi, güvenlikçiliğe karşı özgürlükçülüğü, doktriner devlete karşı liberal değerleri temsil ediyordu.
Sonra, 2016’dan başlayarak korkunç bir metamorfoz yaşandı. Bugün, başlangıçta “değili” olduğu ne varsa onu temsil eden bir AK Parti ile karşı karşıyayız. En küçük bir muhalefete bile tahammülsüz hukuk dışı baskı ve yıldırmalar; parti kapatma girişimleri; milletvekili dokunulmazlığını belki de en anlamlı olduğu alanda, düşünceyi ifade alanında ortadan kaldırma; TBMM’yi fiilen işlevsizleştiren, siyasetin alanını daraltan, özgürlükleri ortadan kaldıran uygulamalar; sadece güvenlik odaklı bir anlayışa indirgenmiş otoriter devletçilik; sıradanlaşan kayyum atamaları; adil yargılamanın, masumiyet karinesinin, lekelenmeme hakkının hiçe sayılması; yürütmenin, hatta İttifak ortaklarının yargıya müdahale etmesi ve talimat vermesi; Anayasa Mahkemesi’nin bağlayıcı kararlarının uygulanmaması, yerel seçim sonuçlarına müdahale girişimi, Cumhurbaşkanlığı kararlarıyla yasalara aykırı işlem tesis edilmesi ve hukuk devletinin işlevsizleştirilmesi; hukuksuz tutuklamalar ve gözaltılar; aile değerleri kılıfına sokarak kadını ikinci sınıflaştırma ve eve kapatma; üniversite özerkliğinin ve akademik özgürlüğün yok edilmesi; basın ve yayın organlarının iktidarın güdümüne ve kontrolüne tâbi kılınması; hamaset düzeyine indirgenmiş milliyetçiliği, slogandan ibaret içi boş bir yerliliği işlenen her cürmün mazereti hâline getirme; şeffaflıktan uzak kararlar; ayyuka çıkan ve her alana yayılan kayırmacılık ve yolsuzluk; devlet ve siyaset ile suç örgütleri arasındaki ilişkiler… 2001 yılında kurulan reformcu ve demokrat AK Parti’den daha çok 1990’lı yılların siyasal aktörlerine yakışan bir manzara. Durumu daha iyi anlayabilmek için geçmişe uzanmamız gerekiyor.
1990’lı yıllarda İtalya’da yürütülen bir soruşturma dehşet verici bir gerçeği açığa çıkarmıştı. Soğuk Savaş yıllarında NATO üyesi ülkelerin birçoğunda, olası bir Sovyet işgaline ya da komünistlerin iktidara gelmesine karşı ordudan bağımsız fakat devlet içinde paralel olarak örgütlenmiş, mafyayla bağlantılı sivil ve asker kişiler tarafından oluşturulmuş, devletin “gayrinizami harp” birimleriyle de irtibatlı gizli yapılar vardı. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte işlevi kalmayan ve kurucuları açısından bir külfet haline gelen bu yapılar çeşitli vesilelerle tasfiye edilmeye başladı.
“Derin devlet” olarak ifade edilen bu yapının Türkiye’de ne kadar ilginç bir ilişkiler ağı içinde olduğu, Kasım 1996’da bir trafik kazası ile ortaya dökülen gerçeklerle gün yüzüne çıkmıştı. O dönemde ortaya çıkan kanıtlardan, bazı ipuçlarından ve karinelerden hareketle; “derin devletin” kontrgerilla gibi vurucu timleri, daha kirli operasyonlarda kullanılmak üzere Abdullah Çatlı ya da Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım gibi suç örgütü üyesi tetikçileri, Encümen-i Daniş ya da Ergenekon gibi yarı resmî yapılanmaları olduğu iddia edilmiştir. NATO tarafından akreditasyonu iptal edilen ve ortadan kaldırılacağını gören bu unsurlar kendilerine yeni misyonlar edinerek ve yapı değiştirerek ayakta kalmaya çalıştılar. Bu bağlamda, başlangıçta Batı İttifakı’nın doğu cephesini korumak için kurulan söz konusu yapılar; Kürt meselesinin, Ermeni soykırımı iddialarının ve Kıbrıs sorununun krize dönüştürüleceği ve Batılı (ya da dış) güçlerin bu kozları kullanarak Türkiye’yi bölmeye çalıştığı tespitinden hareketle, siyasal olarak Batı karşıtı, Avrasyacı, ulusalcı, devletçi bir kimliğe büründü. Bütün bu unsurlar, biraz da güvenlik gerekçesiyle radikal bir Kemalizm kılıfına büründürülerek savunuluyordu.
Erdoğan ve AK Parti hakkında birçok eleştiri yapılabilir. Ancak sandıktan çıkacak seçmen iradesini neredeyse kutsallaştırarak ona her türlü değerlendirmenin üzerinde mutlak bir hakimiyet atfeden Erdoğan’ın, kendisini inkâr anlamı taşıyacak böyle bir tutum içine girmesi beklenmemeli.
Soğuk Savaş sonrasında güvenlik ve tehdit konseptlerini değiştiren, Komünist Blokun dağılmasıyla yeni düşman tanımını Huntington’un “öteki” olarak tanımladığı Müslüman ve Konfüçyan blokları hedef alacak şekilde yeniden yapılandıran NATO, geride bıraktığı derin devlet yapılarına ilham vermeyi şaşırtıcı bir biçimde sürdürüyordu. Bu bağlamda, 1980’lerin sonundan itibaren, Türkiye’de yükselen muhafazakâr/dindar sosyoloji ile Kürt siyasal hareketi, Türkiye derin devletinin öncelikli hedefleri oldu.
Peki hem doğası gereği hem yapısal sebeplerle birbirinin antitezi olan AK Parti ile derin devlet nasıl bir araya geldi? Bunda hem Türkiye’de 1940’lardan sonra gelişen, adına ikinci kuşak İslamcılık denilebilecek siyasal akımın, Alman idealizmi etkisine bağlı milliyetçi-devletçi zihinsel kodları ve her iki grubun paylaştığı kategorik Batı karşıtlığı ortak paydasının kolaylaştırıcı işlevi gibi temel unsurlar etkili olmuşsa da asıl belirleyici olanın konjonktür olduğu açıktır.
“İnsan hakları ve temel özgürlükler, demokrasi, serbest piyasa” şeklinde özetlenebilecek çağdaş siyasal sistemi kendi medeniyet değerleri ile uyumlu kılan ve bunda başarılı olduğu ölçüde toplumsal destek kazanan İslamcı-demokrat partilerin AK Parti’den de esinlenerek başlattığı Arap Baharı’nda Batı’nın sergilediği ikiyüzlü tavır sonun başlangıcı oldu. Arap Baharı ile başlayan güvensizliğin de etkisiyle 2013’ten beri Erdoğan yönetimiyle sorun yaşayan Batı İttifakı’nın operasyon girişimlerinin yarattığı merkezkaç kuvveti AK Parti’yi bir durum değerlendirmesi yapmak zorunda bıraktı.
Ama hiç kuşkusuz bütün bu süreçte en önemli etken 15 Temmuz darbe girişimi oldu. Ergenekon-Balyoz süreçlerinde Batı yanlısı kesimlerin, Fethullahçılar eliyle kendilerini gömmek istediğine tanık olan Avrasyacı derin devlet ile 15 Temmuz’da FETÖ’nün hedefinde yer alan Erdoğan’ın kader birliği yapması kaçınılmaz olmuştu.
Sorular ürkütücü derecede absürt. Yorumlar dehşet verici ölçüde kabul edilemez. Demokrasi alanında Türkiye’nin, otuz yıl önce vesayet altındaki sistemin bile gerisine düşeceği endişesini doğuracak işler yapmak kimsenin harcı değildir.
CUMHURBAŞKANLIĞI SİSTEMİNE NASIL GEÇTİK?
Ahmet Davutoğlu’nun, Erdoğan tarafından yönetilen parti içi bir darbeyle istifaya zorlanması ve Binali Yıldırım’ın AK Parti’nin başına getirilmesinin ardından başkanlık konusu AK Parti’nin gündeminden düşmüştü. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Başkanlık sistemi tartışması hiç beklenmedik bir anda yeniden Türkiye gündemine girdi. Başkanlık konusunu Türkiye gündemine getiren isim ise ne bu sistemin en büyük savunucusu durumundaki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ne de herhangi bir AK Parti yetkilisi oldu. Başkanlık konusunu masaya MHP Lideri Devlet Bahçeli getirdi.
Bahçeli, 11 Ekim 2016’da TBMM Grup Toplantısı sırasında yaptığı konuşmada önce AK Parti’yi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ağır biçimde eleştirmiş, ardından Erdoğan’ın fiilî durum yaratarak Anayasa’yı çiğnemekte ve suç işlemekte olduğunu ifade etmiş, “
Türkiye Cumhuriyeti’nin beka mücadelesi verdiği bugünlerde, siyasi iktidarın ve devletin en tepesinde bulunan Cumhurbaşkanın hukukla ters düşmesi geleceğimiz açısından çok mahsurlu, çok tehlikelidir” diyerek Anayasa değişikliğinin önünü açmıştı
[*].
Böylece o zamana kadar başkanlık sistemine şiddetle karşı çıkan ve parlamenter sistemi savunan MHP yönetimi, 11 Ekim 2016’da Devlet Bahçeli’nin, “
AKP başkanlık sistemi inadını sürdürecekse bunu Meclis’e getirmelidir” demesiyle şaşırtıcı biçimde safını değiştirmişti. Başkanlık sistemini öngören anayasa teklifi AK Parti ve MHP’nin mutabakatıyla 10 Aralık’ta Meclis’e sunulup önce Anayasa Komisyonu’nda kabul edilmiş sonra da genel kuruldan geçirilmişti. İlginç olan ise Anayasa değişikliği teklifinin her iki partinin de genel merkezlerinin dışında, bir avuç danışman tarafından hazırlanmasıydı.
O kadar ki AK Parti milletvekillerinin ve hatta bazı bakanların değişiklik teklifini ancak Komisyona verildikten sonra görebildiği anlaşılıyordu. Teklif iki tur oylama sonucunda 339 oyla kabul edilmiş, böylece referandum süreci başlamıştı. Komplo teorilerinin dehlizlerinde kaybolmak istemesem de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin en yılmaz savunucularının MHP lideri Bahçeli ve 1970’lerden beri çevresinde bir şaibe bulutu dolaşan Aydınlık çevresinden isimler olmasını gerçekten dikkat çekici bulduğumu söylemeliyim.
AB’ye tam üyeliği ve Kıbrıs’ta çözümü, Kürt meselesinde silahları susturacak açılım ve barış sürecini, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını iç hukuk üst normu olarak kabul etmek ve Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını tanımak gibi demokratik yargı reformlarını, bireyi devlet karşısında güçlendiren adımları atmayı, dışa açık serbest piyasa ekonomisini savunan bir çevre partisini; devleti kutsayan, bireyi hiçe sayan, güvenlikçiliği temel politika edinen, özgürlükçü hukukun ihlalini sıradanlaştıran, Avrasyacı maceralar peşinde seviyesiz bir hamasetle yabancı düşmanlığı yapan, ekonomide müdahaleci ve içe kapanmacı, baskıcı ve totaliter bir devlet partisi hâline getirecek karanlık ittifak işte böyle kotarıldı.
Bütün bu yaşananları daha da ilginç hâle getiren ise Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin seyri ile bu süreç arasındaki paralellikti. 24 Kasım 2015’te defalarca uyarılmasına karşın sınır ihlali yapmakta ısrar eden ve Bayırbucak Türkmenlerini bombalamakta olan Rus uçağının düşürülmesiyle tetiklenen dış politika krizi, 2 Aralık’ta Moskova’da gazetecilere bir brifing veren Savunma Bakan Yardımcısı Anatoly Antonov’un, Erdoğan’ı ve ailesini IŞİD’e ait petrolün Kürdistan Özerk Yönetimi bölgesindeki petrolle karıştırılarak İsrail’e satılması yoluyla işlenen suç faaliyetine ortak olmakla suçlamasıyla zirveye çıkmıştı.
Anayasa değişikliği teklifiyle aynı günlerde, 19 Aralık 2016’ta Ankara’daki Rus Büyükelçisi’nin bir suikasta kurban gitmesinin ardından karşılıklı atılan adımlarla bu krizin çözülmesi tem bir sürpriz oldu. Bu dönüm noktasından sonra Rusya ile ilişkiler büyük bir hızla ilerledi. Öyle ki Türkiye açısından, enerji kaynakları, savunma sanayi, tarım ürünleri ticareti ve turizm gelirleri konusunda en büyük ağırlığı Rusya oluşturmaya başladı.
KİM YARAR SAĞLAR?
Polisiye romanların efsanevi yazarı Agatha Christie’nin yarattığı Hercule Poirot’nun cinayetleri çözerken sık sık başvurduğu bir yöntem vardır. Roma Hukuku’nda cinayetleri açığa kavuşturmaya yarayan ve bugün hala geçerliliğini koruyan en temel soruyu sorarak başlar; “Cui Bono?” Yani; “kim kârlı çıktı?” veya “kimin yararına?”
Son dönemde Kara Ölüm salgını gibi yayılan “bırakmayacaklar” söylentisinin arkasında Erdoğan’ın ya da AK Parti’nin olması ihtimal dışı. Erdoğan ve AK Parti hakkında birçok eleştiri yapılabilir. Ancak seçim sandığıyla öteden beri neredeyse romantik bir ilişki içinde olan, sandıktan çıkacak seçmen iradesini neredeyse kutsallaştırarak ona her türlü değerlendirmenin üzerinde mutlak bir hakimiyet atfeden Erdoğan’ın, kendisini inkâr anlamı taşıyacak böyle bir tutum içine girmesi beklenmemeli.
Daha önce de işaret ettiğim üzere iktidar çevrelerinin sözleri retorik seviyesinde. Ayrıca Erdoğan’a kullandığı mutlak gücü sağlayan şeyin, Anayasal düzen çerçevesinde seçilmiş bir cumhurbaşkanı olmaktan aldığı meşruiyet olduğu hiç akıldan çıkarılmamalı. Bu meşruiyete zarar verecek maceralara atılmaya Erdoğan’ın kalkışmayacak olması bir yana, muhataplarının da meşruiyet sınırlarını aşacak bir iktidara bağlı kalmayı sürdüreceklerini varsaymak, Türkiye devlet geleneğinden bütün bütün habersiz olmak anlamı taşır.
Bununla birlikte seçim sandığına Erdoğan kadar saygılı ve bağlı olmayan çevreler olduğu bir sır değil. Söz konusu çevreler açısından son izlediği politika çizgisiyle Erdoğan ve daha genelde fiilen bir tek adam yönetimi olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi büyük önem taşıyor. Şayet bir komplo teorisi kuracak olsaydım; bu söylentiyi kulaklara fısıldayanların aslında Ekim 2016’da sergilenen siyaset mühendisliğini tasarlayanlar ile aynı çevreler olduğunu iddia ederdim.
Bu dedikodunun amacı Türkiye’deki demokratik süreçlere ve seçimlere gölge düşürmek, muhalifleri yıldırmak, hatta belki bu yolla seçim sonuçlarını yönlendirmeye çalışmak olabilir mi? Dahası 1990’lı yıllarda ülkenin üzerine kâbus gibi çökmüş bu karanlık çevreler, 14 Mayıs’ta tehlikeli bir tertip planlayacak kadar cinnet geçirirler mi? Kamuoyunu meşgul eden söylentiler anlatının silah hâline getirildiği bilişsel bir savaş taktiği mi?
Trajik olan ise; bir zamanlar demokrasinin, insan haklarının, özgürlükçülüğün, hukukun üstünlüğünün, yargı bağımsızlığının, din ve inanç özgürlüğünün önemini kavradığını, evrensel değerleri içselleştirdiğini, samimi olduğunu sandığımız kesimin bugünkü durumu.
SEÇİM SANDIKTA BİTER
1876’dan beri iyi-kötü seçim yapıyoruz. Anayasacılığın 200 yıllık geçmişi var. Askeri darbe dönemleri de dâhil sandıkta şekillenen irade siyasette kesinlikle belirleyici oldu. Toplumsal tepki sokakta dışa vurul(a)madığında bile sandık, halkın yöneticilere hesap sorma kanalı oldu. 1965’te; 27 Mayıs darbesinin arkasından ve asker hâlâ yönetimdeyken iktidarın değişti. Darbe ile gönderilenler sandıkta geri geldi. 1983’te; 12 Eylül cuntasının namluları altında yapılan seçimde darbecilerin dayatmalarına karşın Özal seçimi kazandı ve iktidarı aldı. 2002’de; 28 Şubat cuntasının ve onunla iş birliği yapan yozlaşmış sivil bürokrasi ile sermaye kesimlerinin vesayet elleri hâlâ siyasetin içindeyken, AK Parti seçimi kazandığında yine aynı teraneleri işittik. “Kazansalar da gelemezler. Hükümet olsalar da iktidar olamazlar.”
Bu kez de geçmişte çok daha ağır siyasal koşullar altındayken olduğundan farklı olacağını kimse aklının ucundan bile geçirmesin. İstanbul yerel seçimlerindeki talihsiz gelişmelere atıf yapanlara, sosyal medyada müsamere çocuğu edasıyla poz veren sosyopatlara, partililerini motive etmek amacıyla söylev verirken kendi kendini gaza getirip retoriğin şehvetine kapılan ve transa geçen siyasetçilere kulak asmayın sakın! 1990’lardaki kâbusu bu kez tersinden yaşıyoruz sanki. Sorular ürkütücü derecede absürt. Yorumlar dehşet verici ölçüde kabul edilemez. Demokrasi alanında Türkiye’nin, otuz yıl önce vesayet altındaki sistemin bile gerisine düşeceği endişesini doğuracak işler yapmak kimsenin harcı değildir.
Trajik olan ise; bir zamanlar demokrasinin, insan haklarının, özgürlükçülüğün, hukukun üstünlüğünün, yargı bağımsızlığının, din ve inanç özgürlüğünün önemini kavradığını, evrensel değerleri içselleştirdiğini, samimi olduğunu sandığımız kesimin bugünkü durumu. Geçmişte ‘nesnesi’ oldukları ifadelerin bugün öznesi olmayı içlerine sindirebilmeleri. Kendilerini kasteden devletçi-güvenlikçi dili bugün birinci çoğul zamiriyle, bu kadar kolay kullanabiliyor olmaları. Empati bu diyarlardan tümüyle mi göçüp gitti? Gardiyan devletin, doktrin dayatan ideolojik devletin, insanların inancına, hayat tarzına karışan devletin ne denli korkunç bir canavar olduğunu kişisel olarak deneyimlemiş değil mi bunlar? Bireyi devlet karşısında güçlendireceğini vadeden ağızlardan çıkan cümlelere bakın!
Herkes rahat olsun…
Seçim sandığının sahibi halktır. Türkiye’de yönetim, adil seçimlerle belirlenir. İktidarı seçim dışı yollarla değiştirmeye teşebbüs edenlerin hevesi hep kursağında kaldı. Seçim sonuçlarını değiştirmek ya da tanımamak gibi çılgınlıkların sonu da aynı olur.
[*] Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 11 Ekim 2016’da TBMM Grup Toplantısında yaptığı konuşma gerçekten yakın dönemin en ilginç metinlerinden birisiydi.