Biliyorsunuz büyük gemiler kolay kolay yön değiştiremez, belli bir zaman alır. Önce hız düşer. Böylece yön değişiminde öncelikle hızın düştüğünü hissedersiniz. Sonra yön değişir. Toplumları yöneten ekonomik ve siyasi modeller de böyledir. Gemi metaforu son dönemde çok kuıllanıldı. Yoksullar ile zenginlerin, rantçılarla ile ranttan olumsuz etkilenenlerin, yandaşlarla muhaliflerin ya da elitler ile prekaryanın aynı gemide olduğunu söyleyenler oldu. Buna karşın özellikle pandemi döneminde birçok kişi artık aynı gemide olmadığımızı daha çok dillendirmeye başladı. Doğru aynı gemide olabiliriz ama geminin katmanları var. Ve herkes aynı katmanda, aynı koşullarda yaşamıyor. Alttakiler ya da yüksek katmanlardan dışlananlar ne geminin yönüne karar verebiliyorlar, ne dünya nimetlerinden yeterince faydalanabiliyorlar. Dünyanın ve Türkiye’nin en zengin % 1’i yaratılan servetin ve gücün çok büyük bir kısmını kendilerine ayırmış durumdalar. Dahası alt katmandakiler üsttekilerin yaptıklarının neticesinde bulundukları yerde boğulmaya başlamış durumdalar. Gemiyi çok zorladılar. Daha fazla büyüme, daha fazla servet için daha fazla hız olması gerektiğini öngörmüştü yukarıdakiler. Ancak hız yukarıya olumlu yansırken aşağıya yoksulluk, güvencesizlik ve geleceksizlik olarak yansıdı. AYNI GEMİ DEĞİL AYNI SULARDAYIZ Birleşmiş Milletler Genel Sekreter’i Antonio Guterres herkesin aynı gemide olduğu tezine inanmadığını şöyle vurguluyordu.  "Hepimiz aynı gemide değiliz ama aynı sularda olduğumuz kesin, kimimiz ultra-lüks yatlara biniyor kimimiz ise enkaz parçalarına tutunuyor". Enkaz parçalarına tutunanlar mı? Ben prekarya olarak adlandırıyorum. Giderek güvencesizleşen, işini kaybeden, umudunu yitiren, iş sahibi olsa da ihtiyaçlarını karşılayamayan, güvence oluşturamayan, siyasal depresyonla ve alternatifsizlik hissiyle boğuşan, ve bunun getirdiği hisler altında ezilen ve akıntıya kapılanlar. Ancak pandemi birçok unsuru değiştirmişe benziyor. İki yıl önce Birikim Dergisi’nde yayınlanan yazımda kapitalizmin 40 yıllık döngüler halinde serbest piyasacı mantık ile sosyal refah modeli arasında salınım gösterdiğini ve bu salınımı tetikleyenlerin ekonomik birikim ve toplumsal yönetim krizi olduğunu yazmıştım.[i] Bu 40 yıllık döngüleri son yüzyılda 1915 ile 1945, 1945 ile 1980 ve 1980 – günümüz olarak görebiliriz. Peki bu döngülerle ne değişiyor? Gündelik hayatımızın her anını belirleyen sosyo-ekonomik örgütlenme modelimiz ve onun arkasındaki temel inançlar, prensipler. Yani yeni bir mutabakat (konsensus) söz konusu oluyor. Halen 1980 sonrası kurulan modelin ya da neoliberal modelin ve onun temel inançlarının gerektirdiği bir yaşam biçimine sahibiz. Şu anki Washington Mutabakatı olarak nitelendiriliyor. Her ekonomik mutabakat ayrıca kendi toplumsal değerlerini yaratıyor ya da bunu pompalıyor. 80 sonrası kurulan modelin değerleri mi? Amansız bir büyüme isteği – merhametsiz büyüme diyebiliriz, rekabet, hız ve aşırı bireycilik ile kolektif kurum ve değer karşıtlığı. Buna geçilmeden hemen önce dünya bir birikim ve bir yönetim krizi içerisindeydi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın en azından belli bir kesiminde sosyal-refah modeli tasarlanmıştı, ulusal kalkınma ve buna eşlik eden Cumhuriyetçi bir toplum anlayışı geçer akçeydi. Ancak 70’lerin krizleri başka bir modelin varlığına işaret etmeye başladı. 1945 itibariyle politika yapım süreçlerinden dışlanan serbest piyasacılar 1970’ler boyunca ödüller almaya başladılar, devletin yerini azaltan serbest piyasacı model ve inançlarına yönelik politik ve ekonomik ilgi giderek yoğunlaştı. Bazı ülkelerde ve bazı kentlerde denenmeye başlandı. 1973 Şili, 1980 öncesi New York ve 24 Ocak Türkiye. Sonrası bir dalga halinde geldi. Küreselleşme diyoruz. Serbest piyasacı anlayış leviathan gibi dünyayı sardı. Bu yöndeki siyasi kararları  teknolojik inovasyonlar kolaylaştırdı. Artık kalkınma ve ona eşlik eden Cumhuriyetçi birey ve topluma gerek yoktu. Yeni modele neo-muhafazkarlık eşlik etti. Türkiye’de toplumcu değerler ve siyaset saheneden çekilirken, İslamcı siyaset ve değerler giderek yerini artırdı. Modelin pek çok adı var, Washington Konsensus yani Washigton Mutabakatı olarak adlandırıldı. 2000’lere kadar özelleştirmeyi, regüle edilmeyen piyasaları ve kazancı pompalayan bu sistem 2008 yılında tüm dünyada bir global finansal krizi tetikledi. Buna devasa bir yoksullaşma, işsiz kitlesi eşlik etti. Bunun ardından küresel çapta milyonlarca insan farklı kıtalarda protestolar başlattı. ABD’de Occupy Wall Street, İspanya’da Indignados, Fransa’da Indignez-vous, İran’da Yeşil Hareket, Ortadoğu diyarında Arap Baharı bunun içerisindedir. Gezi de öyle. YENİ DÖNEMİN EŞİĞİNDEYİZ Bu kez de regüle edilen bir piyasacılık anlayışına gidildi. Merkez Bankaları’nın dokunulmazlığı bu sisteme göre bu yüzden hayatidir. Bu kez Post-Washington Mutabakatı’ndan bahseder olduk. Ancak Haziran ayında İngiltere’nin güneybatısında şirin bir tatil yöresi olan Cornwall’da G7 zirvesi yapıldı. Burada yeni bir mutabakatın fitilini ateşleyebilecek bir politika raporu liderlere sunuldu. Cornwall Konsensus açık açık belirtildi. Yeni bir dünya düzeni nicedir tartışılıyor. Adı da koyulmuş oldu böylece. Önümüzdeki hafta bu mutabakatın maddelerini, ABD-Çin arasındaki mücadelede nereye oturduğunu ve Türkiye için ne anlam ifade ettiğini yazacağım. Ama şimdilik şunu vurgulamam gerek. İki yıl önce yazdığım üzere 40 yıllık yeni bir döngünün eşiğindeyiz. Salınımın sosyallik ve eşitlik yönünde gerçekleşeceğini öngörebiliriz. Bu yönde kuvvetli veriler var. Değerli iktisatçı Prof. Dr. Ziya Öniş’in makalelerinde vurguladığı üzere Türkiye siyaseti ve devlet yapısı her zaman için küresel trendlerden etkilenmiş ve buna uymuştur. O açıdan bu yeni döngü gerçekliğinden, Türkiye’de siyaset yürütücülerin kaçması imkansız. Son not: Amansız bir şekilde piyasacılığı, devletin hayatımızdan çıkmasını vurgulayan ütopik liberaller var. Küba’daki protestoları gösterip bu modeli halen savunanlar ne pandeminin ayyuka çıkardığı yoksulluğu, güvencesizliği görüyor, ne dünyanın etrafında bu sistemin yarattığı eşitsizlikten kaynaklanan sayısı yüzmilyonlar ile ölçülen küresel göç hareketini ve kurbanlarını dikkate alıyor ne de 10 yıldır dünyanın dört bir yerinde sistemin yarattığı adaletsizlikler karşısında sokağa dökülen milyonlarca insanı duyuyorlar. Bunlar toplum biliminin konusudur, bilimsel gerçekliktir. Aynı zamanda siyasetin malzemesidir. Dolayısıyla gerçeği dikkate almadan yapılan bu yorumlar ideolojik bir ton taşıyor. IMF, Dünya Bankası hatta G7 kurumsallığı dahi bunu görüyor ama bizde inançla bakıldığı için görünmüyor. Bu ideolojinin yeri dar, geleceği de kalmadı. Ancak şu kesin ki Washington Mutabakatı bitti. Bu kez birikimin aşırı şekilde yukarıda birikmesinden, yönetememezlikten ve pandemi kaynaklı milyonlarca ölüm ve yüz milyonlarca hasta ile güvencesizden ötürü. --- [i] https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-368-aralik-2019-368-aralik-2019/9819