Geçen hafta Türkiye'nin dış politikasında üç temel mesele olduğundan, bunların Ortadoğu'da sürekli hata yapılması, Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerinde inandırıcılığın ortadan kalkması ve Avrupa-Atlantik güvenlik yapılanmalarında müttefiklerin güveninin kaybedilmesi olarak özetlenebileceğinden söz etmiştim. Ortadoğu'da hatalar sürüyor. Kaşıkçı cinayeti ile ilgili olarak gerçek tam anlamıyla ortaya çıktığı halde hala meselenin esası üzerinde durulmuyor ve sorumluluktan kaçma çabalarına hız veriliyor. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı yaptığı açıklamada Cemal Kaşıkçı' nın "Başkonsolosluk binasına girer girmez boğularak öldürüldüğünü ve cesedinin parçalanarak yok edildiğini" belirtti. Bu ifadeler Türkçe olarak yeterince açık bir şekilde cinayete son noktayı koymuştur. "Yok edilmek" ortadan kaldırılmak demektir. Bunu anlamazlıktan gelerek hala "ceset nerede?" sorusunda ısrar etmek abesle iştigaldir. Bir cesedin nasıl yok edilebileceği konusunda da düşünmeyi bilen her insan bir sonuca varabilir. Şimdi mesele, Suudi Arabistan'da tutuklu bulunan on beş kişiden bu "yok etme eylemi" hakkında bilgi almak olmalıdır. Ancak, asıl cevaplanması gereken sorular sorulmadıkça ve onların yanıtı verilmedikçe, Türkiye'nin bu olayla ilgili olarak uluslararası hukuktan doğan hak ve yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmediğine dair kuşkular da devam edecektir. Sorulması gereken iki soru vardır. İlki, Türkiye'nin 24 Nisan 1963 tarihli Konsolosluk İlişkilerini Düzenleyen Viyana Sözleşmesi'nin 41. Maddesini işleterek neden İstanbul'daki Suudi Arabistan Başkonsolosu'nu ifade vermeye davet etmediği sorusudur. İkinci soru ise, Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın olaydan on iki gün sonra, 14 Ekim tarihinde, Suudi Kralı Salman ile telefon görüşmesi yapmasını müteakip İstanbul'daki Başkonsolos' un Türkiye'yi 16 Ekim tarihinde terk etmesi ve Başkonsolos' un konutunun da ancak bundan sonra aranabilmiş olması ile bağlantılıdır. Acaba Başkonsolos' un Türkiye'yi terk etmesi için neden beklenmiştir? Bu sorular Türkiye'nin uluslararası kamuoyu nezdindeki inanılırlığı ve güvenilirliği ile doğrudan ilgilidir. Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü Kati Piri, yakında Türkiye ile ilgili raporunu yayımlayacak. Ekim ayının ortalarında Ankara'ya gelen Kati Piri hiç bir Bakan ile görüşemedi. Oysa Avrupa Birliği uzun bir aradan sonra Reform Grubu'nun yeniden toplanmış olmasını olumlu bir adım olarak değerlendirmiş, Türkiye'nin Dışişleri, Adalet, İçişleri ve Savunma Bakanları'ndan oluşan bu grubun Türkiye'nin AB ile ilişkilerinin yeniden ısınması yönünde önemli katkılar yapabileceğini ummuştu. Tam da Türkiye ile ilgili raporunu yayımlamasından önce Kati Piri'nin bu bakanlardan biri ile görüşebilmesi belki de raporun yazımında belli bir olumlu yansıma ile sonuçlanabilecekti. Türkiye, Avrupa Birliği'nin önemsediği Kopenhag kriterlerinden fersah fersah uzaklaşalı beri, AB ilerleme raporları veya Avrupa Parlamentosu'nun raporları olumlu bir dil içeremiyor. Türkiye'nin hukuk devleti olma özelliğini yitirdiği şeklindeki gözlemler raporlara yansımaya devam ediyor. Gazetecilerin, insan hakları savunucularının, eski milletvekillerinin ve çeşitli kamuoyu önderlerinin hapiste olması, bazılarının hakkında bir iddianame dahi düzenlenmemiş olması bu gözlemleri güçlendiren kanıtları oluşturuyor. Hal böyle iken, AB Karma Parlamenter Komisyonu Başkanlığı'nın Strazburg'a giderek Kati Piri'nin kaleme alacağı raporu sözde yumuşatmak maksadıyla temaslarda bulunacağından söz ediliyor. Kati Piri Türkiye'ye geldiği zaman ilk ağızdan söylenecekleri kendisine söylemek yerine Avrupa Parlamentosu üyeleri ile konuşup onları ikna etmeye çalışırsanız raporun yumuşamasını beklememelisiniz. Zira raporu yazacak olan kişi Kati Piri'dir, parlamenterler değil. "Kati Piri'yi ciddiye almaya değmez" şeklindeki bir söylem de olsa olsa züğürt tesellisidir. Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye raportörü ciddiye alınması gereken, hak ettiği saygının da kendisine gösterilmesi gereken bir kişidir. Bu tür bir söylemle hafife alındığı takdirde, bu defa Türkiye'nin itibarı zedelenir. Sizin ciddiye almadığınız bir tek kişidir, ama bu yaklaşım nedeniyle Avrupa Parlamentosu'nda görev yapan 750 Parlamenter de Türkiye'yi ciddiye almazlar. Oysa Türkiye AB ve Avrupa Parlamentosu tarafından ciddiye alınması gereken bir ülkedir. Ciddiye alınmak için de, hukuk devleti olma özelliğine yeniden kavuşmak, Kopenhag kriterlerine uymak, uluslararası hukuka saygılı olmak ve gereklerini yerine getirmek önemlidir. Cemal Kaşıkçı olayında Türkiye'nin verdiği sınavın gün geçtikçe başarıya değil başarısızlığa doğru geliştiği bir ortamda, Türkiye'nin ciddiye alınması da giderek zayıflayan bir ihtimal haline gelmektedir.